halukgta Oluşturma zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Oluşturma zamanı: Ocak 5, 2013 Günümüzde tasavvuf denildiğinde, akla ne geliyor diye önce lütfen düşünelim. Eğer edebiyata, şiire meraklıysak, Tasavvuf edebiyatı gelir aklımıza. Dini konulara daha yakın olanların bir kısmı, tarikatları, cemaatleri düşünür. Bir kısmımızın, tasavvuf sözünden, Mevlana, Yunus gelir aklına. Dikkat ederseniz hepsinde ortak bir konu vardır tasavvuf denildiğinde. Yaradan a ulaşmak arzusu, Allah a duyduğumuz büyük sevgi, dostluğa, kardeşliğe davet, kendimizi keşfetme çabası, Allah a ulaşmanın yollarının arayışı, farklı biçimde şekillenir söz ve davranışlarla. Peki, tasavvuf u nasıl tarif edebiliriz? Tasavvufu birçok şekilde tarif etmek mümkün elbette. Yaradan a karşı, saf-arı-duru duygularla ulaşmanın, ona sevgimizi anlatmanın yolunu aramak, insan ilişkilerinde mükemmeliyeti yakalamak, Dünya nimetlerinden uzaklaşarak, Allah için yaşamak şeklinde çok farklı boyutlarda özetleyebiliriz. Her dalda boy gösteren bu akımın, bu isimle geçmiş yüzyıllarda anıldığı konusunda, kesin bir bilgi yoktur. Bu akımın Arap toplumunda, Hicri 5. yüzyılda ortaya çıktığı söylenir. Doğrusunu Allah bilir. Aslında tasavvuf un tarifine bakarsak, bu düşüncenin evrensel olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu düşünce ve fikir, toplumsal anlamda sanata, mezheplere ve tarikatlara girmesi, toplum olarak benimsenmesi, belli bir dönemi işaret edebilir. Bu fikrin Âdemden bu yana her insanın gönlünde yaşattığı, zaman zaman açığa çıkarıp su yüzüne çıktığı, duygularımızın, hislerimizin uç noktalarda yaşandığını söylemek, yanlış olmasa gerek. Bu yöntem, toplumların kendisini boşlukta hissettiği dönemlerde, çok daha belirgin yaşandığını düşünüyorum. Biz gelelim, peygamberimizin ölümünden sonraki döneme. Biraz öncede söylediğim gibi, tasavvuf akımı toplumsal olarak, peygamberimizden çok sonra, toplumun gündemini özellikle meşgul etmiştir. Peki, neden böyle bir düşünce, İslam toplumunda adeta bir gereksinim olarak ortaya çıkmış olabilir. Neden peygamberimiz döneminde değil de, ondan yaklaşık 500 yıl sonra toplumda böyle bir düşünce akımı belirgin bir şekilde oluşmuştur. İşte kendimize sormamız gereken, çok önemli bir soru. Toplum bir şeyin eksikliğini çekiyor olmalı ki, o eksikliğin yerini dolduracak bir şeylerin arayışında olsun. Peki, bu eksiklik ne olabilir? Peygamberimizin dönemi ve dört halife dönemleri, bildiğiniz gibi dinin mezheplere bölünmemiş dönemleridir. Kur’an ın emirlerine harfiyen uyularak, hakka batıl karıştırmadan, İslam ın arı- duru yaşandığı, yaşanmaya çaba harcandığı örnek alınması gereken çok güzel ve özel bir dönem diyebiliriz. Gerçi peygamberimizden sonra, bazı toplum ve gurupların siyasi ve menfaat başkaldırışları olmuştur, bunu da unutmamak gerekir. Mezhepler dönemi, dört halifenin sona ermesi ile başlayan, İslam ın ne yazık ki bölünme ve cepheleşme dönemidir. Bu bölünmenin ana nedeni şahsi menfaatler, siyasi kısır çekişmeler ve liderlik arzularından başka bir şey değildir. Allah ın dinde sakın bölünmeyin emrini, nefislerinin arzularına kabul ettiremeyen toplumlar, ne yazık ki bölünmekte bir kusur görmemişlerdir. Bugünde Allah ın apaçık emrini görmezden gelenler, bölünmekte bereket vardır diyecek kadar, gönüllerin mühürlendiği bir toplum olmuşuz. Allah veliler edinmeyin dedikçe de, sanki Rahmana inatla, velisi olmayan cennete gidemez demekte, bir kusur görmemişiz. Allah şefaat tümden bana aittir dediği halde, tarikat ve cemaatlerde edindikleri velilerden şefaat bekler olmuşlar. Daha açıkçası İslam toplumu, ne yazı ki Kur’an ı terk ettiği için, başlarına gelen acı ve kederlerin sonucu, büyük bir arayışın içine girmiştir. Adeta günah çıkartırcasına. Sanırım İslam âlemi, Rahmanın dinde bölünmeyin emrini duymazdan geldikleri için, büyük bir inanç boşluğuna düşmüş olmalılar ki, TASAVVUFA SARILMIŞLAR. Hanefi mezhebinin kurucusu olduğunu söylediğimiz, İmamı Azam Ebu Hanife, yaşadığı dönemde hiçbir itikadi fırkaya tabi olmamış, hatta kendiside bir mezhep asla kurmamıştır. Ölümünden sonra, öğrencileri tarafından İmamı Azamın sözlerini toplayarak, bu düşünceyi mezhep haline dönüştürmüşlerdir. İmamı Azamın düşünce yapısını anlatan, öğrencilerinin naklettiği şu sözleri, sizlerin yorumunuza sunuyorum. (Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakup vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim" dedi." (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402) İmamı Azamın öğrencilerine verdiği cevap, aslında bugün İslam toplumlarının içinde yaşadığı karmaşanın, cevabını çok güzel veriyor. Tabi anlayana, anlamak isteyene. Okul dönemlerinden de hepimiz biliriz. Tasavvuf edebiyatı, şiirleri duygu doludur. Kalbimizin derinliklerine kadar işler adeta. Gerçektende Tasavvuf, eğer Kur’an merkezli işlenirse, toplumu doğruya, güzele yönlendireceği gibi, saf, arı, duru bir inancı sağlamlaştırır. Peki, tasavvuf geçmiş yüzyıllarda nasıl kullanılmış? Dinde birbirine düşman bölünmüş toplumların, tasavvuf akımını da doğru kullanmalarını beklemek, hayalcilik olur. Elbette mezhepler ve onun sonunda oluşan tarikatlar, tasavvuf silahını, kendi yanlışlarını maskelemek için kullanmışlardır. Toplumu İslam ın özünden ayırıp, uzaklaştırıp sözcükleri süsleyip, duyguya, göze ve nefise hitap etmişlerdir bu yolla. İslam ı akıl merkezinden uzaklaştırıp, duygusal bir çizgiye getirerek, toplumu daha kolay kontrol altında tutmayı, tasavvufla keşfetmişlerdir adeta. Tasavvuf akımını, dini konularda kullananların yaptıklarına bakarsanız, şekilsel ve sözcüklerin itinayla seçilerek dizilişine şahit olursunuz. Burada amaç, vermek istenileni görsel ve duygusal yollarla karşısındaki topluma anlatmaya çalışmaktır. Elbette bunun hiçbir zararı yoktur. Hatta bazen çok da faydası olacağını söyleyebiliriz. Fakat İslam ın anlatılmasında, izah edilmesinde, tanıtılmasında, yaşanmasında başvurulacak ilk yöntem bu değildir. Onun içinde peygamberimizin döneminde, bu tür bir yönteme başvurulduğu konusunda, öne çıkan bir örnek yoktur. İslam akıl dinidir. Kur’an ı anlayarak okuyan, inceleyen bir Müslüman, Allah ın aklımıza müracaatı, birinci öncelik olarak ele alır. İmtihanda olduğumuzu hatırlatarak, ayetler üzerinde düşünmemizi, aklımızı kullanmamızı, birçok kez bizlere hatırlatır ve hala düşünmeyecek misiniz, düşünen yok mu türünden uyarılar yapar. Kur’an ın bizlere rehber olduğu konusunu işler. İslam dininde, Allah ile kulu arasına hiç kimse giremez. Yani İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Her Müslüman kendi imtihanını, bizzat kendisi vermek zorundadır. Ben bilmem, ben anlamam diyemeyiz. Herkes kendi kapasitesi kadar, mutlaka dini yaşamak, öğrenmek için, çaba harcamalıdır. Kendi imtihanımızı hiç kimseye devredemeyiz, düşünmeden, rehbere danışmadan bir başkasının telkini ile imanımızı yaşayamayız. Buradan da anlaşılıyor ki, tarikat ve cemaatler yoluyla, belli bir şahsı yücelterek, ardından gitmenin, ondan yardım beklemenin, İslam dininde yeri olmadığı açıktır. Elbette toplu yaşamak, guruplar halinde olmanın hiçbir sakıncası yoktur. Din adına âlim kişilere danışmak, onlardan bilgi almak, eğitimimizin, imtihanımızın bir parçasıdır. Fakat bu yardımı isterken, elden Kur’an ı düşürmeden, onun ışığında yapmalıyız ki, bizleri Allah ile aldatanların oyunlarına gelmeyelim. Çünkü Allah bizleri uyarıyor ve sakın sizleri Allah ile aldatmasınlar diyerek, dikkatimizi birçok kez çekiyor. Toplumlar, mezhepler yoluyla bölündükten sonra, gerçekten büyük bir boşluğun içine düşmüşlerdir. Bunun nedeni Kur’an dan uzak İslam ı yaşamaktır. Toplum, sen Kur’an dan anlayamazsın, Kur’an da her şey yoktur, Kur’an ı veli insanlar anlar diyerek korkutulmuş, Allahın güneşinden uzaklaştırılmış, Kur’an ile toplumun arasına girilmiştir. Bu arayış, tasavvufla doldurulmaya çalışıldıysa da, bir kısım cemaat ve tarikatların bu akımı kendilerinin şekillendirmeleri ile yanlış itikatlarını, süslü göstermenin bir yolu olmuştur. Tarikat ın anlamı manevi yoldur. Cemaatte aynı inanca sahip topluluk olduğuna göre, elbette anlam itibariyle hiç kimsenin itirazı olamaz. Tasavvufta inancımızın duygusal boyutuyla, arındırılarak, her türlü yanlıştan uzak, hayata geçirilmiş şekli olduğuna göre, elbette hiç kimsenin buna da itirazı olamaz. Peki, itirazımız neye dersek, itirazımız bunların yaşama, hayata geçirilme şeklinedir. Bugün tarikat ve cemaatlerin toplumları nasıl yönettiklerini, din ve iman adına nasıl yön verdiklerini görüyoruz. Adeta kurulmuş bir makine den farksız bir toplum yaratan tarikatların, cemaatlerin, düşünme hakları ellerinden alınmış bir toplum yaratmasınadır itirazımız. Bu itirazımız kendi adımıza değildir elbette, Allah ın kanunlarının göz ardı edilerek, özgürce imtihanından alıkonan din kardeşlerimizin, öz iradelerine yapılan baskıyadır itirazımız. Mevlana nın Tasavvufundan güzele, hoşgörüye davet dizelerinden bir bölüm sunmak istiyorum. Sevgide güneş gibi ol, Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, Hataları örtmede gece gibi ol, Tevazuda toprak gibi ol, Öfkede ölü gibi ol, Her ne olursan ol, Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol. Ne dersiniz, bizler Müslüman toplumu olarak, birbirimize bu güzellikte mi davranıyoruz? Kur’an ın bizlere öğretisi olan, hoşgörüyü hayatımıza geçirebildik mi? Aynı kitaba, aynı peygambere iman etiğimiz halde, farklı mezheplerdeki din kardeşlerimizi, öldürmekten bile çekinmeyen inancımızı, hala sorgulamayacak mıyız? Sizce bir yerlerde, bir hata yapmıyor muyuz? Ne dersiniz? Elde apaçık sorumlu olduğumuz Kur’an dururken, yöneldiğimiz beşeri çırpınışlarımız, huzur arayışımız, acaba nefsimizi, ruhumuzu ne kadar tatmin ediyor? Bakın Yüce Rabbimiz, peygamberimizin döneminde bile, Allah ın tebliğ ettiği Kur’an ı yeterli görmeyip, atalarının rivayetlerine de iman etmek için ısrar edenlere ne diyor. Ankebut 51: Karşılarında okunup duran bir kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. Bizlerde bugün aynı yanlışı yapıyor ve İslam ı yaşamak için Kur’an yeterli değildir, çünkü o özet bilgidir, her şey yazmaz diyerek, bölünmüşlüğümüzün acı ve ızdırabıyla, nefsimizin acısını dindirmek adına, Kur’an dışından reçeteler arıyoruz. Mutluluğun reçetesini, beşerin ellerinde ararsak, hastalığımıza çare bulamayacağımızı artık fark etmeliyiz. Eğer fark edemiyor da, gönül gözlerimizi Kur’an ile aydınlatamıyorsak, bunun suçunu kendimizde aramalıyız. Dilerim Allah dan gönlümüzü, ruhumuzu, nefsimizi FURKAN ile arındırmasını, eğitmesini bilen, Rabbin halis kullarından oluruz. Saygılarımla Haluk GÜMÜŞTABAK Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
keskincd Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 İslam dininde, Allah ile kulu arasına hiç kimse giremez. Yani İslam dininde ruhban sınıfı yoktur. Her Müslüman kendi imtihanını, bizzat kendisi vermek zorundadır. Ben bilmem, ben anlamam diyemeyiz. Herkes kendi kapasitesi kadar, mutlaka dini yaşamak, öğrenmek için, çaba harcamalıdır. Kendi imtihanımızı hiç kimseye devredemeyiz, düşünmeden, rehbere danışmadan bir başkasının telkini ile imanımızı yaşayamayız. "İslam dininde, Allah (c.c.) ile kulu arasına hiç kimse giremez" diyip aynı paragrafta "düşünmeden, rehbere danışmadan" cümlesini kullanıp kendi kendiyle çelişmiş. Danışacağı rehber zaten MÜRŞİT' in ta kendisidir. Tasavvufu günlük hayattan örnekleyelim isterseniz. Bedeniniz neyden yapılmıştır? İnsan bedeni dokuz sistemden oluşur: dolaşım, sindirim, endokrin, kas, sinir, üreme, solunum, iskelet ve üriner sistem. Bunlar neyden yapılmıştır? Dokular ve organlar. Dokular ve organlar neyden yapılmıştır? Hücreler. Hücreler neyden yapılmıştır? Moleküller. Moleküller neyden yapılmıştır? Atomlar. Atomlar neyden yapılmıştır? Atom altı parçacıklar. Atom altı parçacıklar neyden yapılmıştır? Enerji! Şimdi üniversiteyi başarıyla bitirip, heyecanlı bir şekilde iş hayatına atılmak isteyen bir mühendisi örnek alalım. Muazzam bilgi ve yeteneğe sahip ve bunu kazanca dönüştürmek ve yaşabilmek için kendi gıdasını yani enerjisini elde etmek istiyor. Ama elinde şirket kuracak yeterli sermayesi ve sipariş alıp işi teslim edip kazanç elde edebileceği sosyal çevresi yok. Sizce bu arkadaşın üniversitede okuduğu kitapları tekrar tekrar okuması ona birşey kazandırır mı? Tabiki hayır. İşinin ehli olan piyasada kendini kanıtlamış, yeterli sermaye ve iş potansiyeline sahip bir işverenin yanında işe başlayıp, iş verenin hali hazırda kurduğu işleyen sisteme dahil olarak yeteneklerini onun sistemi içerisinde kazanca dönüştürmesi gerekir. İş vereninin sağlamış olduğu enerji merkezinden bu şekilde oda nasibini alır. Tasavvufuda böyle düşünmek gerekir. Mürşitler kendi nefislerini terbiye ederek, dini ve fenni ilimlerde kendilerini geliştirerek Allah (c.c.) katında belli makamlara yükselirler. Nuru da bir enerji olarak düşünürsek, Mürşitlerde nur enerjisinin merkezi haline gelip, Allah' ın (c.c.) nurunu dağıtabilmeye memur kılınırlar. Allah' ın (c.c.) nurundan nasibini almak isteyen kişi, aynı işsiz bir adamın iş araması gibi kendi Mürşidini hacet namazı ile Allah' tan (c.c.) talep etmesi, ona tabi olması ve takva sahibi olması gerekir. Bölünme durumunu ne yazıkki Müritler ortaya çıkarıyor. Biri bizim Şeyhimiz en iyi der, öbürü hayır bizimki daha iyi der. Şeyh Hazretlerinin hepsi Allah (c.c.) yolundadır. Bölünme Mürşitlerden değil, müritlerden kaynaklayor. Ağzı olan konuştuğu için de böyle sorunlar ortaya çıkıyor. Toparlamak gerekirse Mürşide tabi olmayan müslüman dini anlamda işsizdir. Hacet namazını kılıp, biran önce Mürşidine tabi olması gerekir. Sonrasında Allah' ın izniyle çeşitli ruh hastalıklarından kurtulacak ve çok daha huzurlu ve mutlu bir hayatı olacaktır. Saygılarımla Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
кυвiŁαу Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Tasavvuf'un Kur'an-ı Kerim'de delili yoktur fakat Bakara suresi 165. ayetini tasavvufa uydurmaya çalışanlar var,ki söz konusu tasavvufa tam zıt bir ayettir ve zaten koskoca kitabın içinden 3 tane ayeti kafaya göre yorumlayıp tevhid inancını sarsmak tam da sapkın işi. BAKARA 165 : İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah dışında bazılarını Allah!a eş tutarlar da onları Allah’ı sevmiş gibi severler.İman sahipleri ise Allah’a sevgide çok kararlı ve taşkındırlar.Zulme saplananlar, azabı gördüklerinde tüm kuvvetin Allah’ta bulunduğunu, Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu fark edeceklerini anlayabilseler! Yine Kur'an-ı Kerim'de geçen "Allah'a ulaşmaya vesile arayın" sözünü tutup da birine bağlanmak şeklinde yorumlayanlar var.Halbuki burada geçen vesile,hayır işi ve salih amel işlemeyi işaret eder.Tevbe ve Ankebut suresinde bu vesilenin bir kişiye bağlanmak olmayacağı açıktır. TEVBE 116 : Göklerin de yerin de mülk ve yönetimi Allah’ındır. Diriltir de öldürür de. Sizin için Allah dışında ne bir dost vardır ne de bir yardımcı. ANKEBUT 41 : Allah’tan başkalarını velilerden edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi/en zayıfı elbette ki dişi örümceğin işidir. Keşke bilselerdi! Bu yönüyle tasavvuf,içinde şirk unsurlarını barındıran bir konudur.Özellikle sadece "düşünmek" diye geçiştirilen rabıtanın aslında sadece düşünmek olmadığını asıl tanımını okuduğumuz zaman anlıyoruz.Putperestlerin uyuklama olarak yaptığı ayin süslenerek rabıta diye Müslüman'ın önüne koyulmuş. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
keskincd Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Putperestlerin uyuklama olarak yaptığı ayin süslenerek rabıta diye Müslüman'ın önüne koyulmuş. Kabe niye tavaf ediliyor o da putlara tapanların halleri gibi süslenip müslümanların önüne mi konmuş? Bu yönüyle tasavvuf,içinde şirk unsurlarını barındıran bir konudur. Bir mürit şeyhini, Hz. Muhammed (S.A.V.)' den ve Allah' tan (c.c.) daha çok severse tabiki şirke girer. Allah' ın (c.c.) yarattığı sadece bir diş için veya göz için fakülte bitiren insanoğlu haftada gördüğü bir ders saati din dersiyle ne kadar uzman olacağını siz düşünün. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
daley Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Mevlana nın Tasavvufundan güzele, hoşgörüye davet dizelerinden bir bölüm sunmak istiyorum. Sevgide güneş gibi ol, Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, Hataları örtmede gece gibi ol, Tevazuda toprak gibi ol, Öfkede ölü gibi ol, Her ne olursan ol, Ya olduğun gibi görün, Ya da göründüğün gibi ol. Mevlana gibi olmak için de Bahaeddin Veled gibi bir baba ,Seyyid Burhaneddin gibi bir mürşid, Tebrizi Şems gibi de bir dost gerekir. konuya tasavvufun önde gelen ismi ile örnek vermek de çelişki olsa gerek. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
кυвiŁαу Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Kabe niye tavaf ediliyor o da putlara tapanların halleri gibi süslenip müslümanların önüne mi konmuş? Hac ibadetinin bir gereği olan tavafı rabıta ile denk tutmak takdire şayan bir benzetme gerçekten ! BAKARA 125 : Hatırla o zamanı ki, biz Beytullah’ı insanlar için sevap kazanmaya yönelik bir toplantı yeri ve güvenli bir sığınak yaptık.Siz de İbrahim’in makamından bir dua yeri edinin.İbrahim ve İsmail’e şu sözü ulaştırmıştık: "Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rüku-secde edenler için evimi temizleyin!" BAKARA 127 : İbrahim’in, İsmail’le birlikte, Beytullah’ın (Kâbe) ana duvarlarını yükselterek şöyle yakardıkları zamanı da an: "Rabbimiz, bizden gelen niyazları kabul buyur; sen, evet sen, Semi’sin, herşeyi çok iyi duyarsın; Alim’sin, herşeyi çok iyi bilirsin." Beytullah Allah'ın evi demektir.Orada sırf Allah için ibadet yapılır. ALİ İMRAN 96 : Şu bir gerçek ki, alemlere bir bereket kaynağı ve yol gösterici halinde insanlar için kurulan ilk ev Mekke’dekidir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Sofi. Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 [video=youtube_share;cU5p9uL4A6E] bunu sonuna kdr dinlemenizi tavsiye ederim. tartismalara ve sorulara cevap verecektir. tasavvuf denilen olay aslini kaybedip artik yaris haline donmustur. Zamanimizda kalmadi. olsaydi din konusunda tartismaya dahi girilmezdi. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
keskincd Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Beytullah Allah'ın evi demektir. Orada sırf Allah için ibadet yapılır. Beytullah Allah' ın (c.c.) evidir evet kabeye doğru secde ediyoruz peki biz kabeye mi tapıyoruz, ondan mı istiyoruz isteklerimizi tabiki hayır. Allah' ın ' (c.c.) emirleri doğrultusunda kabeye doğru secde edip ibadetlerimizi yapıyoruz. Bağışlanmamızı Allah' ın ' (c.c.) emirlerine uyarak kabeye doğru secde edip, Allah' tan ' (c.c.) istiyoruz. Beytullah Allah' ın (c.c.) evi olduğu gibi Mürşitlerde Allah (c.c.) dostlarıdır. Allah' ın ' (c.c.) nurları dağıtmakla görevlidirler. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, Ahmet Bedevi Hazretleri, Belkız’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren Süleyman (A.s)’ım veziri Hızır A.s gibi zaatların kerametlerine Tayyi Mekan denir. Tayyi Mekan 3 çeşittir. Nefs Tayyi Mekanı - (Bunu her gece şuursuz olarak bütün insanlar yaparlar. Kim rüya görüyorsa bilsinki o kişi nefs bedeniyle fizik vücudundan ayrılmıştır. Biryerlerde olaylar yaşıyordur. Rüyalarımız hayal değildir.(Malasef bu konu günümüz ilminde bilinmiyor) Rüyada yaşananlar bu dünyada yaşananlar kadar gerçektir. Burdaki fark nefs bedenimizle olayları yaşarız. Bu Nefs tayyimekanını kişi Şuurlu Olarak istediği zaman gerçekleştirebilirse o zaman keramet olur(26. Basamak Daimi zikir). Yani Kişi istediği zaman fizik vücudundan ayrılır, sonsuz bir hızla istediği yere gider. Kimse onu göremez ama o kişi bulunduğu yerdeki herşeyi görür. Duvarların içinden geçebilir.) Bunun şeytanın yardımıyla gerçekleştirilmesi olayına Astral Seyahat denir. O kişi şeytana çok büyük ödünler verir ve şeytanın oyuncağı olur. Fizik Vücut Tayyi Mekanı – Tasavvufta en son basamak olan Salah Makamı (28. basamak)’tan önce hiç bir velide görülmez. Daha önce Allah’a ulaştırdığı ve Allah’ta yok ettiği ruhu tekrar yaratılarak kişinin başının üzerine gönderilir. Bu ruh artık fizik vücudun içinde değil başının üzerinde, havada, elleri kolları açık ve yere paralel bir vaziyette durur. Bu ruh her nekadar görüntü olarak kişinin aynısı ise de Allah’ın ruhu olması sebeyile muazzam bir güce ve ilme sahiptir. İşte Salah makamına ulaşmış bir veli bu ruha emir verme yetkisine sahip olduğundan kendi vücudunu veya bir başka nesneyi ve kendi bedeniyle başka insanların bedenini bir yerden bir yere saniyeler için nakledebilir. Öyleki düşünce hızıyla kabeye veya başka bir mekana gidebilir. Ruh Tayyi Mekanı – Yine 28. Basamak olan salah makanından önce görülmez. Kişi başının üzerinde bulunan kendi ruhunu (Daha doğrusu Allah’ın ruhunu) vücud olarak kullanır. Yani kişinin aklı ne fizik vücudunu kumanda eder ne de nefs vücudunu . Bunlar yerine 3. Bedeni olan Allah’ın ruhunu bir vücud olarak kullanır. Böyle bir Tayyi Mekanda kişi bütün alemlere gidebilir. Bütün alemlerde hem görünür hemde görünmez olabilir. Yukarda verdiğim bilgileri biraz araştırın isterseniz. ve en önemlisi bu şekilde inceden inceye entel bir şekilde yorumlar yapma. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
menekse1 Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 1 ve 3. Mesajlar Vehhabilerin goruslerinden alinmis gibi, haluk ve aschanged inkiler .... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
кυвiŁαу Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Ocak 5, 2013 Beytullah Allah' ın (c.c.) evidir evet kabeye doğru secde ediyoruz peki biz kabeye mi tapıyoruz, ondan mı istiyoruz isteklerimizi tabiki hayır. Allah' ın ' (c.c.) emirleri doğrultusunda kabeye doğru secde edip ibadetlerimizi yapıyoruz. Bağışlanmamızı Allah' ın ' (c.c.) emirlerine uyarak kabeye doğru secde edip, Allah' tan ' (c.c.) istiyoruz. Beytullah Allah' ın (c.c.) evi olduğu gibi Mürşitlerde Allah (c.c.) dostlarıdır. Allah' ın ' (c.c.) nurları dağıtmakla görevlidirler. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri, Ahmet Bedevi Hazretleri, Belkız’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren Süleyman (A.s)’ım veziri Hızır A.s gibi zaatların kerametlerine Tayyi Mekan denir. Tayyi Mekan 3 çeşittir. Nefs Tayyi Mekanı - (Bunu her gece şuursuz olarak bütün insanlar yaparlar. Kim rüya görüyorsa bilsinki o kişi nefs bedeniyle fizik vücudundan ayrılmıştır. Biryerlerde olaylar yaşıyordur. Rüyalarımız hayal değildir.(Malasef bu konu günümüz ilminde bilinmiyor) Rüyada yaşananlar bu dünyada yaşananlar kadar gerçektir. Burdaki fark nefs bedenimizle olayları yaşarız. Bu Nefs tayyimekanını kişi Şuurlu Olarak istediği zaman gerçekleştirebilirse o zaman keramet olur(26. Basamak Daimi zikir). Yani Kişi istediği zaman fizik vücudundan ayrılır, sonsuz bir hızla istediği yere gider. Kimse onu göremez ama o kişi bulunduğu yerdeki herşeyi görür. Duvarların içinden geçebilir.) Bunun şeytanın yardımıyla gerçekleştirilmesi olayına Astral Seyahat denir. O kişi şeytana çok büyük ödünler verir ve şeytanın oyuncağı olur. Fizik Vücut Tayyi Mekanı – Tasavvufta en son basamak olan Salah Makamı (28. basamak)’tan önce hiç bir velide görülmez. Daha önce Allah’a ulaştırdığı ve Allah’ta yok ettiği ruhu tekrar yaratılarak kişinin başının üzerine gönderilir. Bu ruh artık fizik vücudun içinde değil başının üzerinde, havada, elleri kolları açık ve yere paralel bir vaziyette durur. Bu ruh her nekadar görüntü olarak kişinin aynısı ise de Allah’ın ruhu olması sebeyile muazzam bir güce ve ilme sahiptir. İşte Salah makamına ulaşmış bir veli bu ruha emir verme yetkisine sahip olduğundan kendi vücudunu veya bir başka nesneyi ve kendi bedeniyle başka insanların bedenini bir yerden bir yere saniyeler için nakledebilir. Öyleki düşünce hızıyla kabeye veya başka bir mekana gidebilir. Ruh Tayyi Mekanı – Yine 28. Basamak olan salah makanından önce görülmez. Kişi başının üzerinde bulunan kendi ruhunu (Daha doğrusu Allah’ın ruhunu) vücud olarak kullanır. Yani kişinin aklı ne fizik vücudunu kumanda eder ne de nefs vücudunu . Bunlar yerine 3. Bedeni olan Allah’ın ruhunu bir vücud olarak kullanır. Böyle bir Tayyi Mekanda kişi bütün alemlere gidebilir. Bütün alemlerde hem görünür hemde görünmez olabilir. Yukarda verdiğim bilgileri biraz araştırın isterseniz. ve en önemlisi bu şekilde inceden inceye entel bir şekilde yorumlar yapma. Sen şimdi bana cevap verdiğini felan mı zannettin ? Ayetlerde sabit olan tavafla tutmuş rabıtayı kıyaslamışsın.Plâket mi vereyim ? 7 tane ayet yazdım ben oraya halâ bana mürşitten felan bahsediyorsun ya.Araştıracakmışım ! Önce iman ettiğin kitabın içinde ne yazdığını öğren,sonra gelir bana cevap yazarsın. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.