Renan Oluşturma zamanı: Nisan 30, 2013 Paylaş Oluşturma zamanı: Nisan 30, 2013 Algıda Seçicilik Algıda seçicilik, insanın algı sürecinde aktif bir rol oynadığı görüşü çerçevesinde ortaya atılmış bir kavramdır Kavram, insanın algı sürecinde pasif olmadığını, algı objesini fotoğraf gibi algılamadığını, görmek istediği gibi gördüğünü, yeni verileri mevcut kategorilerine uydurduğunu, önyargı ve stereo-tiplerinden etkilendiğini, önceki tutum ve görüşlerini destekleyici enformasyonlara duyarlı olduğunu ve benzeri hususları ifade etmektedir Seçici algı konusu, pek çok kez laboratuvar ortamında ve gerçek yaşamda incelenmiştir Örneğin Bruner ve Postman (1949), oyun kanlarıyla düzenledikleri deneyde, bazı kartları hatalı bir renkle boyayarak, örneğin kırmızı sinek dörtlüsü, sunmuşlar ve deneklerin bu tür kartları sunuluşlarından farklı algıladıklarını (örneğin siyah sinek dörtlü veya kırmızı kupa dörtlü gibi) saptamışlardır H Cantrill'in II Dünya Savaşı öncesindeki kitle paniği incelemesi de klasik bir çalışma olarak anılabilir Cantrill, savaş öncesi radyodan yayınlanan ve dünyanın Marslılar tarafından işgalini konu alan radyo piyesine insanların tepkilerini araştırmıştır Piyesi, radyo haberleri olarak algılayan ve Marslıların saldırısını gerçek sanarak sokaklara dökülen pek çok Amerikalı kendileriyle yapılan görüşmelerde şu tür ifadelerde bulunmuşlardır: 1) Pencereden baktım, cadde arabalarla doluydu; insanların kaçmakta olduğunu düşündüm, 2) Pencereden baktım; sokakta hiç bir araba yoktu; bir yerlerde trafiğin tıkandığını düşündüm, 3) Pencereden baktım, herşey eskisi gibiydi; Marslıların henüz bizim sokağa gelmediğini düşündüm, gibi Algısal Belirginlik Algısal belirginlik (saliency), uyaranların kendi bağlamı içinde dikkati çeken bir niteliğidir Kognitif işlemlerde, bir durumun bazı yanları daha çok dikkate alındığında, benzer durumlarda tercihen tekrar ele alınması beklenir, bu yanlar algısal olarak belirgin (salient) veya rölyefli olarak nitelenir İnsanlar da kendi çevrelerinin bağlamı içinde rölyefli olabilir Örneğin bir grupta farklı bir etnik gruptan olan kişi veya bireyin algı alanında Öne çıkan, kendini dayatan biri, algısal planda daha kabarmış, baskın ya da yüksek rölyefe sahip durumdadır. Algısal Değişmezlikler İnsan algısında, nesne algılamaya ilişkin kuvvetli eğilimin yanı sıra büyük bir istikrarlılık (stability) vardır Bir adamın boyu size doğru yaklaştıkça değişiyor gibi görünmez, halbuki gözün ağtabakasına (retina) düşen imge gittikçe büyümektedir Tabak bir açıdan bakıldığında çembere, diğer açıdan bakıldığında elipse benzemez; halbuki ağtabakaya düşen imgeler bunlardır Pencerenin önünde durduğunuzda, bunun ağtabakadaki imgesi dikdörtgen şeklindedir; yandan baktığınızda ise imge bir yamuk şeklini alır Ancak siz pencereyi dikdörtgen olarak görmeye devam edersiniz Bütün bu değişik durumlar, nesnenin daha önce öğrenilmiş olan nitelikleriyle görüldüğünü örneklemektedir Fiziksel uyarımdaki farklılıklara rağmen, nesnelerin görüntüleri algı düzeyinde değişmez kalır Bu tür istikrarlılığa algısal değişmezlik (perceptual constancy) denir Şekil Değişmezliği Yukarıda verilen tabak ve pencere örnekleri, şekil değişmezliği (shape constancy) ilkesiyle ilgilidir Ne olduğunu bildiğimiz bir nesnenin şekli, ne taraftan bakarsak bakalım hep aynı kalır Diğer bir deyişle; değişik açılardan bakılan aşina (familiar) nesneler şekilleri bakımından değişmez olarak algılanır Burada önemli olan aşinalıktır veya nesnenin neye benzemesi gerektiği konusundaki bilgimizdir Herhangi bir nedenden ötürü nesneyi tanıyamamamız halinde şekil değişmezliği söz konusu olamaz Büyüklük Değişmezliği Nesne uzaklaştıkça bunun ağtabakadaki imgesi gittikçe küçülür Halbuki normal olarak insanlar nesneleri hep aynı büyüklükte görürler Bu olaya (phenomenon) büyüklük değişmezliği (size constancy) denir Bu değişmezlikte iki etkenin etkisi vardır Bunlardan ilki, şekil değişmezliğinde de söz konusu olan, nesnenin aşinalığı veya kişinin nesnenin niteliği konusunda daha önce öğrendikleridir Bir erkek erkek olarak algılanmışsa; bizden ne kadar uzakta olursa olsun, boyu değişmez bir biçimde algılanacaktır Bir diğer etken uzaklıktır (distance) Eğer bir nesne aşina değilse veya herhangi bir büyüklükte olabiliyorsa, örneğin bir sayfa veya kaya gibi, büyüklük değişmezliği ancak nesnenin ne kadar uzakta olduğu bilinerek korunabilir Bu durumda uzaklık ipuçları önem kazanır Eğer bir derinlik ipucu şekilde olduğu gibi yapay olarak değiştirilmişse, büyüklük değişmezliği kaybolur Şekilde büyük zarf daha uzakta ve bu nedenle de, daha "büyük" gibi görünmektedir; gerçekte ise bu zarf "küçük" zarftan daha yakındadır Bu hilenin nasıl sağlandığı, şeklin açıklamasında anlatılmaktadır Büyüklük değişmezliği, derinlik ipuçlarının tersine bir etki vereceği şekilde değiştirilmesiyle ortadan kalkmıştır Bu zarflar aynı büyüklüktedir ve gerçekte "büyük" zarf "küçük" zarftan çok daha yakındadır Daha uzakta olarak görülmesinin nedeni; bunun gri kartın, gri kartın da "küçük" zarfın arkasında gibi görünmesidir Fakat gerçekte gri kart iki zarf arasında değil, bunların arkasındadır "Büyük" zarfın köşesi kesilmiş olduğu için bu kart "büyük" zarfın önünde gibi görünmektedir (Fundamental Photographs) Parlaklık Değişmezliği Algısal değişmezlik parlaklığın algılanılışı için de geçerlidir; nesnelerin beyazlık, grilik veya siyahlık dereceleri algısal düzeyde değişmezlik gösterir Parlaklık değişmezliği (brightness constancy) nesnenin üzerine düşen ışık miktarından bağımsızdır, insanlar örneğin kömürü, ay ışığında da, parlak güneş ışığı altında da siyah olarak görürler; aynı koşullarda kar ise daima beyaz olarak görülür Bu olayın nedeni; algılanan parlaklığın, parlaklık açısından nesnenin zemine olan oranına bağlı olmasıdır (Wallach, 1963) Normal hallerde bu oran, aydınlatma koşulu ile etkilenmeksizin hep aynı kalır Işık miktarının azaltılması veya çoğaltılması, nesne ve zeminin her ikisini de daha parlak veya daha mat yapar; böylece insanlar nesnenin parlaklığını değişmez biçimde algılarlar. Algısal Kabartma Algısal kabartma veya görünür kılma kavramı (pregnance), Moles'ün terimleriyle belirsiz olguları anlamaya çalışan bir araştırmacının ilgilendiği olguyu çerçevelemesini ve böylece hatları az çok belirli bir biçim oluşturmasını ifade etmektedir Algısal kabartma, kavranmaya çalışılan gerçekliğin bir fon-fıgür durumuna, başka şeylerle kontrast haline konulmasıyla benzerlik göstermektedir ve bu anlamda kimlik algılarında önemli bir işleve sahiptir Bu bağlamda algısal kabartma, kişilere kolektif kimliklerini, grup aidiyetlerini hatırlatmak ve bunun bir adım daha ötesinde karşıt gruplarını, ötekini düşünmelerini ve bununla ilgili bir şeyi tartışacaklarını söylemek gibi yollardan yapılmaktadır Yapılan bazı deneysel çalışmalarda kişilere doğrudan kendilerini tanımlamaları söylenerek alınan kimlik tanımları ile kolektif kimlikleri hatırlatılarak alınan kimlik tanımlarının farklılaştığı görülmektedir. Alt Mantıklar Günlük düşünce ve metin analizlerinde sıklıkla kullanılan alt-mantıklar (infra-logics) terimi, formel mantık sınırları dışında kalan düşünce tarzlarına işaret etmektedir Klasik formel mantık düzeni, bir bütünün öğelerinin çelişmezlik, üçüncü halin olamazlığı, iç tutarlılık gibi ilkelere dayalı bir şekilde birleştirilmesini öngörmektedir Bu anlayış insanı, bir tür 'akıl yürütme makinesi'ne indirgemektedir Oysa insanın düşünce yolları bu katı çerçeveye sığmamaktadır Alt-mantıklar, insanın, formel mantık dışında kalan, tutarlılık ve çelişmezlik kaygısı taşımayan dolayım-sız, keyfi düşünce sistemleridir Alt-mantıklar yaratıcılık bakımından da önem taşımaktadır Zira yaratıcı bireylerde bir tür ilham anları olarak nitelendirilen keşif anları, çoğu kez çeşitli öğeleri alışılmışın dışında birleştirme, bağlantılandırma, çağrışım zincirine sokma şeklindeki düşünsel etkinliklere dayanmaktadır Keşif veya bulgular, önce tutarsız, ham, işleme tabi tutulacak bir yapı halinde ortaya çıkmaktadır. Alter Ego Aslında psikanalitik vokabülere ait olan alter ego terimi, sosyal psikolojide, psikodrama, benlik ve/veya kimlik analizleri alanında da kullanılmaktadır Alter ego, kısaca, diğer-ben, yardımcı-ego, bana benzeyen bir başkası olarak tanımlanabilir Moscovici'ye (1984) göre, Alter ile Alter Ego, sosyal ilişkilerde Diğeri'ni tanımlamanın iki tarzını ifade ederler Bu çerçevede, ya bize benzeyen bir Diğeri, yani Alter Ego, ya da farklı bir Diğeri, yani Alter söz konusudur Bunlardan her biri farklı olgulara gönderir; bir bakıma çeşitli araştırma yaklaşımları ve teoriler, bu "alter"i kavramsallaştırma tarzlarına göre farklılaşırlar Gruplara ilişkin araştırmaların çoğu, onu bir "alter ego" olarak ele alırlar Psikodramada veya rol oyununda, katılanlara diğerinin tutumunu yansıtması, kendilerini onun yerine koyması söylenir ve bundan sonra cereyan edenler, oyuncunun, diğerinin tutumunu içleştirme kapasitesine göre değerlendirilir Aynı şekilde, konformiteye ilişkin araştırmalarda, her bireyden, kendini, kendine benzer biriyle veya benzemek istediği biriyle karşılaştırması istenir İlke olarak ne kendine Özgü pozisyonları, ne de görüşü olan sapkınların, iktidarı elinde tutanlara veya çoğunluk bireylerine bakarak kanaatlerini oluşturdukları, davranışlarını bunlara göre ayarladıkları kabul edilir; sapkınlar, bu imtiyazlı alter-egolara benzemek için uymaktadırlar Bazı araştırmalar ise, kısaca "alter'i dikkate alırlar Azınlık veya bireyin kendine özgü görüşlerini ifade ettikleri yenilik olgusuna ilişkin araştırmalar böyledir Bunlarda birey veya azınlık, normu ya da Ortodoksluğu temsil eden bir otorite veya çoğunlukla çatışırlar Bu birey veya azınlığın aradığı şey, özel kimliğin ve açık bir farkın tanınmasıdır Demek ki bu iki temel psiko-sosyal mekanizma (sosyal karşılaştırma ve sosyal tanınma), sosyal alanda diğerini algılamanın iki tarzıdır. Alterite Alter (diğeri) sözcüğünden türetilen bu terim, bir kişinin kendisinden bir başkasının salt varlığını ifade etmektedir Bireyin diğeriyle ilişkisi, başlangıçtan itibaren çalışmalı bir nitelik taşımaktadır Diğeriyle karşılaşma, bireysel kimliğin oluşumunda en kritik anlardan biridir Nitekim bazı yazarlar (Hesnard vb) gelişim sürecinde Biz'in Ben'den önce olduğunu ve Biz'den Ben'e geçişte, daima bir alterite'yi varsaymaktadır Zira alteritesiz insan ilişkisi, bir kaynaşmaya/erimeye dönüşecektir; diğeriyle karşılaşma olmazsa özerklik gerçekleştirilemez; imkânsız olur ve tekilleşme yönündeki bireysel kimlik, ütopya olarak kalır (kolektif kimlik peşinde koşan gruplar düzeyinde Öteki'nin icadı, bu gereği karşılayan bir strateji olarak nitelendirilebilir) Alttan Gelen Etki İzlenim oluşumunda, belirli bir hedef kişi hakkında genel olarak mevcut şema veya kategori kullanılmakta ve hedeften gelen enformasyonlar bu şema doğrultusunda (top down) işlenmektedir Ancak bu şema veya kategori yeterli olmadığında alt kategoriler oluşturulmaktadır Örneğin, politikacılar hakkında olumsuz içerikli şemalara sahipken, bir politikacı hakkında 'dürüst' ve 'tutarlı' olduğu şeklinde enformasyonlar aldığımızda, "o, dürüst ve tutarlı bir politikacıdır" yargısını oluşturabiliriz Alt kategorizasyon, hem şematik, hem de özel enformasyonların birlikte kullanımını mümkün kılmaktadır Ancak alt kategorizasyon yapılamadığında, bazı hallerde hedefin özellikleri ağır basmakta, yeni enformasyonların entegrasyonuna gidilmektedir Bu olguya 'alttan gelen etki' (bonom up) denmektedir (Fiske ve Neuberg, 1990). Analojik İletişim Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırtettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri dijital iletişim) Ekolün kurucusu Bateson'a göre, tüm iletişimler iki tip enformasyon kapsar; bunlardan biri olaylar hakkındaki enformasyondur, diğeri ise iletişim sırasında bireyler arasında oluşan ilişkiler hakkındaki enformasyondur Bu anlamda her mesaj, aynı zamanda bir içerik ve bir ilişkidir Mesajın ilişkisel yanı ya da ilişkisel mesaj tipi, iletişim hakkında bir iletişimdir (metacommunicatiori) ve bu anlamda, ikinci bir mesaj gibi düşünülebilir Analojik iletişim, işaret/gösterge ile anlamı arasında fiziksel veya sembolik benzerlik esasında bir ilişkinin bulunduğu iletişimdir Sözel olmayan davranışlar (jestler, ses tonu, vücut pozisyonları, konuşma sırasındaki duraklamalar veya aralar, vs), analojik iletişim örnekleri sayılabilir. Angajman Angajman (commitment), bireyin kendi davranışlarına bağlılığı, bir başka deyişle birey ile edimleri arasındaki bağ şeklinde tanımlanabilir Kiesler (1971) tarafından incelenen angajman olgusu, ya hep ya hiç tarzında değil, bireyin davranışlarını sahiplenme ya da onları benimseme düzeyi olarak kavramsallaştırılmıştır Bireyin belirli bir edime angajmanı, bu edimi özümleme derecesinin ifadesidir Genel olarak bir kişinin, fikir, inanç ve duyguları değil, davranış veya hareketleri tarafından bağlandığı (angaje edildiği) söylenebilir, yani angajman, sadece eylemler için söz konusudur Literatürde angajmanın, kişinin tutumlarıyla ilişkisinden hareketle, tutum yanlısı angajman ve tutum karşıtı angajmandan söz edilmektedir Bunlardan birincisi, kişinin problematik olmayan bir tarzda, yani mevcut tutumları yönünde (pro) angajmanını, ikincisi ise mevcut tutumlarına karşıt yönde (contre) angajmanını ifade etmektedir Angajman düzeyi ya da yoğunluğu, davranışın yapıldığı ortam (başkalarının varlığı, edimin kamusal olup olmaması), davranışın birey için önemi, davranışın tekrarlanma veya değiştirilebilme imkanı gibi çeşitli değişkenlerden etkilenmektedir Ama asıl önemli olan davranışı yapan bireyin (algıladığı) özgürlük düzeyidir, angajmanın olabilmesi için kişinin mecbur edilmemesi, özgür bırakılması veya özgürlük duygusu taşıması gereklidir Sosyal psikologlar, angajman konusunda özgürlüğü de dereceli olarak görme eğilimindedir Özgürlüğün derecelendirilmesi, ödül veya ceza düzeyini yükseltme veya düşürme yoluyla ayarlanabilir Angajman, büyük ödül veya büyük ceza durumlarında değil, özellikle az ödül veya az ceza durumlarında söz konusu olmaktadır. Anomi Anomi genel olarak sosyal bağın zayıflamasını ifade etmektedir Ancak Parsons'ın modern çağdaş sosyal bilimin merkezi kavramlarından biri saydığı anomi kavramı, sosyal bilimlerin tarihi boyunca farklı çağrışımlar ve anlamlarda kullanılmıştır Etimolojik olarak anomos (yasasız, yasası olmayan) ve türevi anomia sözcüklerinden gelen anomi kavramı, sözcük anlamıyla normsuz, yasasız olma durumunu ifade etmektedir Ancak sosyologlar, anominin kavramlaştırılmasında farklı bakış açıları sergilemektedir: Hangi yasa ve normların söz konusu olduğu, yasa ve normların salt yokluğunun mu yoksa saygınlığının azalmasının ve karşı çıkılmasının mı söz konusu olduğu, tek bir anominin mi olduğu yoksa pek çok anomiden mi söz edilebileceği gibi hususlarda farklılıklar gözlenmektedir Yine anomi çerçevesinde ele alınan olgularda da büyük bir çeşitlilik görülmektedir Örneğin, kolektif şiddet hareketlerinde, bireysel pasiflik ve ilgisizlikte, sınırsız istek ve tutkularda, geleceğe yönelik umutların kaybında, farklı normlar arası çatışmalarda, toplumda ve kurumlarında normatif sistemin yıkılmasında, eylem hedef ve amaçlarının belirsizliğinde anomiden söz edilmiştir (Besnard, 1987) Anomi konusuna eğilen teorisyenlerden Durkheim'a göre anomi kavramı, genel bir deyişle bireylerin, belirli bir toplumda insan davranışlarını düzenleyen ve idealleri yansıtan sosyal değerlerle ilişkisinin zayıflaması veya kopmasını ifade etmektedir Merton gibi diğer bazı sosyologlara göre ise toplumda entegrasyon aygıtları işlemediğinde, anomi belirir Anomi durumu, sosyal normlardan sapma durumudur Toplumun bireye önerdiği amaçlar ile bireyin bu amaçlara ulaşma konusunda, genellikle sosyal statüsüne göre sahip olduğu meşru imkanlar birbiriyle uyuşmadığında, anomi eğilimi güçlenir. Anomik Kişilik Ölçeği Anomi olgularının emprik düzeyde incelenmesi çerçevesinde Srole tarafından geliştirilen bu ölçek, kişilerin sosyal entegrasyon düzeylerini belirlemeyi amaçlamaktadır 1956 yılında geliştirilen ve 1960'lı yıllarda yaygın olarak kullanılan, ancak daha sonraki yıllarda kavramsal arkaplanının zayıflığı nedeniyle eleştirilen Srol Ölçeği, bireyin diğerleriyle ve toplumla ilişkilerini nasıl gördüğü üstünde odaklasan beş maddeli kısa bir ölçektir Ölçeğin, anomiyi bir olgu olmaktan çıkarıp kişilerin bireysel ruh haline ilişkin bir değişkene dönüştürdüğü ve anemiden ziyade, diğerlerinden kuşkuyu içeren genel umutsuzluk duygusunu ya da karamsarlığı Ölçtüğü, üstelik soru yapısı itibariyle kişileri pozitif cevaplamaya ittiği ve bu nedenle de 'anomik' kişilerin oranını yapay olarak yükselttiği öne sürülmüştür (Mignot, 2002) Anti-Psikiyatri Anti-psikiyatri terimi, genel olarak psikiyatri ve psikanalizin Ortodoks biçimine karşı 1955 ile 1975 yılları arasında gelişen eleştirel hareketi ifade etmektedir David Cooper tarafından belirli bir bağlamda ortaya atılmış olan terim, daha sonra anlam genişlemesine uğrayarak, Batı dünyasında hakim psikiyatrik anlayış ve kurumlara radikal bir politik karşı çıkma hareketi şeklinde yayılmıştır: İngiltere'de David Cooper ve Ronald Laing, ABD'de Thomas Szasz ve Gregory Bateson (Palo Alto Ekolü), İtalya'da Franco Basaglio, vb Michel Foucault ve Gilles Deleuze de Fransa'da anti-psikiyatrik karşı çıkışın farklı bir versiyonunu ortaya koymuşlardır Anti-psikiyatri, bir bakıma kurumsal psikoterapinin mantıksal devamı olmuştur (Roudinesco ve Plon, 1997): Zira kurumsal çerçevedeki psikolojik tedavi, kötü durumdaki akıl hastanelerinin reformu ve terapi personeli ile hasta ilişkilerinin iyileştirilmesine çaba harcarken, anti-psikiyatri, akıl hastanesinin ve ruh hastası kavramının ortadan kalkmasını savunmuştur Roudinesco ve Plon'un belirttiğine göre, anti-psikiyatri akımı Mary Barnes isimli bir hemşirenin serüvenini bayrak edinmiştir Tedavisi imkansız bir şizofreni teşhisiyle 40 yaşlarındayken Kingsley Hail hastanesine kapatılan Mary Barnes, orada 5 yıl boyunca kaldıktan sonra (bir bakıma sembolik olarak öldükten sonra), 'yeniden doğmuş', ressam olmuş ve kendi 'cehenneme yolculuk' ya da serüveninin kitabını yazmıştır Cooper daha sonra (1967) anti-psikiyatriyi bir ütopya olarak da konumlamaya ve ezilmiş halkların kurtuluş hareketi çerçevesine oturtmaya çalışmıştır: Komün hareketi sırasında "Ezenlerin saatine son; ezilenlerin saati geldi" tarzı sloganlarla duvar saatlerine ateş eden göstericileri saygıyla anmıştır Anti-psikiyatri hareketi kısa sürmesine karşılık son derece etkili olmuştur. Arketip Arketipler, Jung'un ifadesiyle, kolektif bilinçaltının içerikleridir Bir tür ilkel atavi imajlar diyebileceğimiz arketipler, davranışlarımızı yönlendirir ve folklor malzemesi, sanat eseri, masal ve efsane gibi kişisel veya kolektif üretimleri etkiler Bu nedenle terapi veya formasyon gruplarının çalışmalarında, Grek ve Roma, Doğu, Musevi, Hıristiyan ve İslam mitolojilerinin, temel folklor figürlerine dayanılarak grup söylemlerinin analizi yapılmaktadır Örneğin Yunus Peygamber ve Yunus Balığı, Ödip ve Babanın Ölümü, Kronos'un Kendi Çocuklarını Yemesi, Kaybolan Cennet, Graal Efsanesi, Ebedi Dönüş, Ölümlü-Ölümsüz İkizi, Habil ve Kabil gibi figürler, söylemlerin deşifre edilmesinde kullanılmaktadır. Ashby Yasası Sibernetik teorisyenlerinden W R Ashby (1958) tarafından karmaşık organizmaların (insan, makine, ekipman seti, vb) özelliklen konusunda ortaya atılan bu yasa, organizma ile çevrenin etkileşiminde, organizmanın çevresel mesajlara veya uyaranlara karşılık verme kapasitesini ifade etmektedir Ashby'e göre "bir organizma için bozucu etkenlerin türlülüğü ne kadar büyük ve kabul edilebilir durumların türlülüğü ne kadar küçükse, organizmanın tepki yeteneği o kadar büyük olmalıdır" Ashby yasası, sibernetik sistemlerde, entropiyle mücadele etmenin temel ilkesi olarak nitelendirilebilir. Ayna Benlik Ayna benlik (looking-glass şelf) kavramı, benliğin kişiler arası ilişkiler içersinde ve diğerlerinin tepkilerine göre oluştuğunu vurgulayan benlik anlayışının anahtar kavramlarından biridir Ayna benlik kavramı, teorik temellerini Hegel'in Efendi-Köle Diyalektiğinde ve Cooley ile Mead'in benlik anlayışlarında bulmaktadır. Ayna Etkisi Literatürde diyadik etki olarak adlandırılan bu olgu, bir çift ya da ikili oluşturan bireylerden birinin davranışının diğerinde, benzeri davranışı meydana getirme eğilimidir Bu terim, genellikle, kendini açma olgusunun karşılıklılığını ifade etmek için kullanılmaktadır. Ayrımcılık Ayrımcılık (discrimination), Latince ayırma anlamına gelen discriminatio sözcüğünden gelmektedir Terim felsefi (doğruyu yanlıştan ayırma), ekonomik (fiyatların ayrımı) kullanımları dışında toplum alanına aktarıldığında, avantajsız bazı sosyal kesimlerin deri rengi, isim farkı, cinsiyet, din gibi nedenlerle ayrımını ifade etmekte ve ideolojik bir konotasyon kazanmaktadır Ayrımcılık sosyal psikoloji vokabülerinde, bir bireyin sadece belirli bir gruba aidiyeti dolayısıyla olumsuz muamele ve davranışlara maruz kalması olgusunu ifade etmektedir Ayrımcılık, önyargıların davranışa dönüşmesi olarak tanımlanabilir Ayrımcılık, farklı konularda ve farklı gruplara karşı söz konusu olabilir: Örneğin etnik ayrımcılık, yabancı veya göçmen işçi düşmanlığı, mezhepçilik, cinsiyetçilik, vb Azınlık Etkisi Küçük gruplarda azınlık etkisi (minority social influence), başta Moscovici (1969, 1976) olmak üzere çeşitli sosyal psikologlar (Lage, Naffrechoux, Nemeth, Wachtler, Paicheler, vb) tarafından incelenmiş ve kavramsallaştırılmıştır Moscovici'ye göre toplumun, bireyleri genel bir modele uyma yönündeki tüm zorlamalarına rağmen, azınlıklar ve sapanlar, bazen yeni yaşama, düşünme, davranma tarzları yaratmayı ve çoğunluğun bunlara katılmasını sağlamayı başarmaktadır Bu olgu, psikolojide hakim olan işlevselci anlayışın dışında ele alınmalıdır Bu anlayışta, birey veya grup davranışı, onun sistem ya da çevre içinde yer almasına yöneliktir Bireyin uyması gereken koşullar belirli; gerçeklik tek biçimli; uyulacak normlar herkes için geçerlidir Normu izleyenlerin davranışı işlevsel ve uyumlu sayılır Oysa Moscovici'nin genetik model dediği ikinci bir yaklaşım mümkündür Burada çevre ve formel/enformel sistemler, birer veri gibi düşünülmez, bunlar onlara katılanlar ve onlarla birlikte yaşayanlar tarafından tanımlanır ve üretilir Genetik model, sosyal gerçekliği bir veri gibi değil, inşa edilmiş olarak görür; birey ve grup arasında karşılıklı bağımlılığın bulunduğunu, grupta etkileşim olduğunu varsayar; olaylara denge açısından değil, çatışma açısından bakar Moscovici'nin anlayışı birkaç temel ilkede özetlenebilir: Birincisi her üye, grup içindeki mertebesinden bağımsız olarak etkinin potansiyel bir hedefi ve kaynağıdır Etki, çoğunluktan azınlığa ve azınlıktan çoğunluğa olmak üzere iki yönde de işler İkincisi, sosyal kontrol kadar sosyal değişme de etkinin bir hedefidir Tüm toplumlar, tanımlan gereği, heterojendir Gruplar arasında, amaç ve eylem yolları bakımından farklar vardır Sosyal kontrol ve sosyal değişme, iki önemli güç olarak sosyal alanın çeşitli kesimlerinde birbirini bazen tamamlar Üçüncüsü; etki süreci, çatışmaların üretimine ve çözümüne doğrudan bağlıdır Çatışma etkinin zorunlu koşuludur Dördüncü olarak; bir birey veya alt-grubun, grubu etkilemesinde temel başarı faktörü davranış stilidir Beşinci olarak; etki süreci, objektiflik, tercih ve orijinallik normları tarafından belirlenir Nihayet etki biçimleri arasında, uymadan başka standardizasyonu ve yeniliği saymak gerekir Standardizasyon, bireylerarası etkileşimin, bu bireylerin görüşlerinin tesviyesi ve kompromi ile sonuçlanması durumunda; yenilik ise yukarıdan (liderin dayatması) veya aşağıdan (azınlık etkisi) gelen taleplerle yeni görüşlerin öne çıkması durumunda söz konusudur Bu perspektifte azınlık terimi, bir grupta çoğunluktan farklı birtakım ortak, yargı, değer, davranış ve görüşlere sahip olan küçük bir alt grubu (grubun yansından az sayıda kişiden oluşan bir fraksiyon) nitelendirmekle birlikte, burada alt-grubun mutlak bir marjinalliği söz konusu değildir; çünkü günlük yaşamda bireyler çeşitli ortamlarda bulunur ve pek çok referans grubuna mensupturlar Bir alt grup, bir grupta azınlıkta iken diğerinde çoğunlukta olabilir Bu alt grup için hangi referans grubu "hayati" nitelikte ya da önemli ise, buna göre azınlık veya çoğunlukta olmasından söz edilir (Doms ve Moscovici, 1984) Azınlıklar, sosyal olarak görünür bir değişmeye yol açmasalar bile, bireylerin algı veya yargılarını değiştirebilir Pek çok kişi grup halindeyken çoğunluk etkisine uyma gösterip tek başına kaldığında tekrar eski pozisyonuna dönebilir; burada sanki grup halindeyken kolektif kimliğe bağlanış ve daha sonra tekilliğine dönüş söz konusudur "Azınlıkların kimliği sosyal olarak tanınmak ve görünür hale gelmek üzere giriştikleri etkinliklerde ve farklılıklarının talebi ve bilinci içersinde oluşmaktadır" (Aebischer ve Oberle, 1990) Azınlık bireyleri için farklılıklarında sosyal olarak tanınmak, etkinin dinamiğini oluşturur Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Renan Yanıtlama zamanı: Nisan 30, 2013 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 30, 2013 Başarı Güdüsü Motivasyon çalışmalarında insanın temel güdüleri arasında sayılan başarı güdüsü (need for achievemeni), kabaca bir işi en iyi şekilde yapma eğilimi olarak tanımlanabilir Psikolojik temelli modernleşme teorisyenlerinden McClelland (1961) başarı güdüsünün, belirli bir toplumdaki dağılım ve düzeyinin, modernleşme olgusunu ve ekonomik kalkınmayı açıklayan temel faktör olduğunu öne sürmüştür. Benlik Benlik (şelf), sosyal psikolojide önemli araştırma konularından biridir Tarihsel olarak da sosyal psikologların üzerinde durdukları ilk konular arasında yer alır W James, benliğin, hem insanın kendini bilme ve değerlendirme konusu gibi, hem de düşünce ve davranışlarımızın kökeninde bulunan bir yapı gibi incelenebileceğini öne sürmüştür Baldwin, benliği alter ve ego şeklinde iki karşıt kutba ayırmıştır Alter, gerçek veya hayali olsun diğer insanlar hakkındaki temsillerimize, ego ise kendi kendimizi algılama tarzımıza göndermektedir Mead benliğin, birey ile çevresi arasındaki etkileşim içinde oluştuğunu vurgulamıştır Ona göre birey, ait olduğu gruplar ve komünote tarafından paylaşılarak inşa olur Sosyal süreç, herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arasında önemli farklılıklar görülür Mead bu farklılaşmaları, ben ve ego ayrımıyla niteler Ben, benliğin psikolojik kısmıdır ve bireyin yaratıcı yanlarını belirtir; ego ise benliğin sosyolojik yanıdır ve sosyal rollerin içselleştirilmesini ifade eder Son yıllarda, sosyal psikologlar tarafından gerçekleştirilen benlik araştırmaları üç sorun etrafında odaklaşmaktadır: Benlik kavramı, yani kendimizi nasıl tanımladığımız (benliğin bilişsel yanı), benlik saygısı veya özsaygı, yani kendimizi nasıl değerlendirdiğimiz (benliğin duygu ve değerlendirmeler içeren yanı) ve benlik sunumu ya da kendini sunma, yani kendimizi nasıl sunduğumuz (benliğin davranışsal yanı) Buna göre genel olarak bakıldığında benlik, hem istikrarlı, hem de değişken bir nitelik göstermekte, hem içsel bir boyut (anılar, şemalar), hem de dışsal bir boyut (diğerleri önündeki rol ve davranışlar) içermektedir Daha yakın yıllarda kültürel ve kültürlerarası psikoloji alanında çalışan sosyal psikologlar, benliğin kavramlaştırılmasında literatürde hakim olan anlayışların, Batı toplumlarına özgü bazı yanları olduğuna işaret etmişlerdir Bu çerçevede örneğin 'bireycilik ideolojisi taşıdığı", "diğerlerinden farklılığa ağırlık verildiği", "başkasına zıtlık" esasında tanımlandığı, aslında benliğin "kişinin kültürel açıdan paylaşılan modeli" olduğu, dünyanın Batı dışında kalan kültürlerinin pek çoğunda "ilişkisel bir benlik anlayışının bulunduğu ve "benliğin ilişkisel tarzda tanımlanması" gerektiği, vb hususlar vurgulanmıştır Bu alanda öncü bir rol oynayan ve "ilişkisel benlik-ayrışmış benlik" tiplerini ayırteden Kağıtçıbaşı'ya (1998) göre, bu iki benlik anlayışı arasındaki "temel ayrım kendi-içerikli, bireyci, ayrışmış, bağımsız benliğin diğer kişilerden kesin sınırlarla ayrılmış olması, buna karşılık ilişkisel, (karşılıklı) bağımlı benliğin akışkan sınırları olması"dır ve bu ayrım "hem benlik algısı, hem de sosyal algı için geçerli"dir. Benlik Kavramı Benlik kavramı' (self-concept) terimi, bireyin kendi hakkındaki temsillerinin bütününü ifade etmektedir Bu açıdan benlik kavramı, kişinin kendisi, vasıfları ve özellikleri hakkında sahip olduğu genel fikir olarak tanımlanabilir; dolayısıyla bir kişinin, kendisine ilişkin bilişsel temsillerini içeren algılarının bir özeti gibi düşünülebilir Benlik kavramı, insanların kendileri hakkındaki bilgilerine göndermesi dolayısıyla, benliğin bilişsel yanını ifade eder Çeşitli imajların, şemaların, prototiplerin, anlayışların, teorilerin, amaçların, görevlerin bir bütünü ya da koleksiyonu olarak nitelendirilen benlik kavramı dinamik bir yapı özelliğindedir Dolayısıyla, kişiler arası ilişkilerde, bireyin amaçlarına ve değerlerine göre uyum gösterir Bireyin iç tutarlılığını ifade etmesi anlamında oldukça istikrarlıdır ve çevreye uyma anlamında da esnek bir özelliktedir Benlik kavramının duruma göre değişmelerini, 'aktüel benlik kavramı' olarak adlandırmak da mümkündür Benlik kavramının genel olarak sosyal faktörlerden etkilendiği kabul edilmektedir Benlik kavramı, bir yandan diğerlerinin bireye gönderdiği imajlarda kök salmakta, öte yandan diğeriyle karşılaştırmalardan (diğeriyle kontrasta girme yoluyla) beslenmektedir Sosyal faktörlerin dışında bellek de, önemli bir bilgi kaynağı sayılmaktadır Bazı yazarlar bellek ve benliği aynı bir şeyin iki yüzü gibi görmektedir Zira kişisel olgu ve olayların depolandığı otobiyografik belleğin genişliğini vurgulayan yazarlar, benliğin, bellekte saklanan en gelişmiş ve en zengin yapılardan biri olduğunu Öne sürmektedirler Benlik tanımında benlik kavramlarından bazıları, daha önemlidir Bunlar benliğe ilişkin enformasyonların işlenmesinde etkin bir rol oynayan 'benlik şemaları'dır (Markus) ya da bir başka deyişle kronik olarak ulaşılabilir benlik kavramlarıdır (Higgins) Diğer bazı benlik kavramları, bireyin duygusal ve motivasyonel durumlarına veya sosyal koşullara göre ulaşılabilir hale gelirler, yani belirli bir olay veya duruma tepki olarak devreye girerler; örneğin iş (yaşamındaki) benlik kavramı gibi. Beyin Fırtınası Beyin fırtınası (brainstorming) belirli bir konuda çözüm arayışına yönelik grup tartışması sırasında yaratıcılığı artırmak için kullanılan yöntemlerden bindir (Osborn, 1961) Yöntem, çözüm arayışında çözüm önerisi veya önerilerinin tartılıp değerlendirilmesinden ziyade olabildiğince çok sayıda çözüm üretimine ve ortaya konmasına dayanmaktadır Zira beyin fırtınası yöntemi, bunu vazeden şu temel sayıltıdan yola çıkar: Bir grupta, belirli bir problem hakkında ne kadar çok fikir, ne kadar çok çözüm önerisi ortaya atılırsa, söz konusu probleme en uygun çözümü bulma olasılığı o kadar artar Yöntemin uygulanışında birkaç hususa dikkat edilir Birincisi, grup tartışmasına katılan üyelerin hiç çekinmeden ve değerlendirilme kaygısı olmadan, zihinlerinden geçen Önerileri ortaya koymaları ve önerileri maksimum kılmak esastır İkincisi grup üyelerince ortaya atılan hiç bir öneri eleştirilemez, zira amaç değerlendirme değil, öneri sayısını artırmadır Üçüncüsü, üyelerce önerilen tüm öneriler kişilere değil, gruba aittir ve grup tarafından geliştirilip kullanılabilir Kişisel görüşlerin toplanmasından sonra, öneriler rasyonel bir yöntemle değerlendirilir Beyin fırtınasının yukarda özetlenen ve grup tartışmasına dayalı yaygın şeklinin dışında az bilinen ikinci bir versiyonu daha vardır Gordon tarafından önerilen bu versiyon, 'işlemsel yaratıcılık yöntemi' ya da 'sinektik yöntem' olarak anılmaktadır Burada, çözüm aranan problemi tam olarak bilen sadece 'animatör'dür Animatör, hem kendiliğindenliği ve hem de tartışmaya katılan farklı formasyonlardan grup üyelerinin benzer düşünce tarzlarına ulaşıncaya kadar karşılıklı birbirini anlamasını kolaylaştıracak bir 'grup iklimi' oluşturmaya çalışır Herkesin birbiriyle benzerliklerini ve farklılıklarını görmesi önemlidir Sinektik yöntemin özü, tuhaf olanı tanıdık kılmak, tanıdık olanı tuhaf kılmaktır Bu önermenin ilk kısmı, sorunun anlaşılması ve analiziyle ilgilidir, ikinci kısmı ise problemin bir başka türlü görünmesini sağlamak ve böylece çözümün yaratıcı sezgisini başlatacak bir şey bulmak için her türden analojinin aranmasıyla ilgilidir Sinektik yöntem, tıpkı Delphi Yöntemi gibi, sürrealist yöntem olarak da adlandırılmıştır (Moles ve Mouchot, 1971), zira Salvador Dali'nin tablolarındaki gibi, ilke olarak birbiriyle en az birlikte giden veya birbiriyle çelişkili görünen öğeleri bir araya getirme çabasındadır Uygulama, "a priori" olarak uyuşmayan fikir veya öğeler arasında kabul edilebilir bir harmoniyi bulmayı hedeflemektedir. Bilinç Etimolojik kökeninde bilinç (Latince conscire), paylaşılmış bilgi anlamına gelmekte ve insanın bir diğeriyle, özellikle de kendisiyle paylaştığı bilgiye göndermektedir Sosyal bilimler literatürüne genel olarak bakıldığında bilinç terimi, bir yandan insan zihninin kendi durumları ve edimleri hakkında sahip olduğu düşünce veya sezgiyi, öte yandan bireyin dünyayla ve kendisiyle ilişkisi ve kendi durumu hakkındaki bilgisini ifade etmektedir Bilinç terimi, daha geniş bir anlamda, insan zihninin kendiliğinden yargıda bulunma yetisi olarak da kullanılmaktadır. Bilişsel Aktiflik Etkisi İzlenim oluşumu konusunda, hedef hakkında kategori veya şemaya dayalı süreçler ile hedefin özelliklerine dayalı süreçlerden hangisinin kullanıldığı sorusuna getirilen açıklamalardan biridir (Gilbert, Pelham ve Krull, 1988) Buna göre, algılayan kişi bilişsel planda ne kadar aktif ya da meşgul ise, dikkati o kadar çok dağınık demektir ve dolayısıyla, hedef hakkındaki izlenimi, daha ziyade mevcut enformasyonlara (şemalar, kategoriler) dayanacaktır Buna karşılık, bilişsel planda daha az meşgul veya daha az aktif olan bir kişi, dikkatini daha ziyade, içinde bulunduğu etkileşim üstünde odaklaştıracak, hedefin ve durumun özelliklerine daha çok bakacaktır. Bilişsel Bağışıklık Daha ziyade ideolojik nitelikli bilişsel bir mekanizmayı ifade eden bilişsel bağışıklık terimi, insanın kendi doğasına ilişkin görüşleriyle çatışan enformasyonlara karşı geliştirdiği bir savunma stratejisine işaret etmektedir Örneğin insan davranışlarının hayvanlarla ortak doğal belirlemelerin sonucu olduğu yönündeki enformasyonlara maruz kalan kişiler, insan türünün özgüllüğünü, yani hayvanlardan farklılığını destekleyen açıklamalar aramaktadırlar ve bunun için doğaüstü açıklamalara, gizli bilimlere başvurmaktadırlar Kendini bir başka gruptan farklılaştırma yönündeki bu tür çabalar, bir bakıma, kişinin etik anlayışıyla da ilişkili görünmektedir. Bilişsel Karmaşıklık Kategorizasyon süreç ve olguları çerçevesinde ortaya atılan bilişsel karmaşıklık (cognitive complexity), bireylerin dünyaya ilişkin algı ve değerlendirmelerini etkileyen bir değişken olarak kullanılmaktadır Bilişsel karmaşıklık, bireyin algı ve kategorizasyonlarındaki duyarlılığı ifade etmektedir Literatürde bilişsel karmaşıklık kavramı içinde üç yan ayırdedilmektedir (Pinson, 1988): Birincisi algı ve değerlendirmelerde kullanılan/dikkate alman boyut sayısı anlamında farklılaştırma (differenciation), ikincisi kullanılan bir kategorinin darlığı veya genişliği anlamında ayırdetme (discrimination) ve üçüncüsü ise farklı öğeleri bir bütün haline getirme anlamında bütünleştirme (integration) olarak ifade edilebilir Farklılaştırma, gerçekliği algılamada kullanılan boyutların ya da kategorilerin sayısıyla ilgilidir ve kategori sayısının artması, ayrıntıları daha iyi farketmeyi, benzerlik düzeyi düşük uyaranları farklı kategorilere koymayı sağlamaktadır Araştırmalarda, bilişsel karmaşıklık değişkeni genellikle bu anlamda kullanılmaktadır Ayırdetme, bireyin uyaranlar arasında ayrımlar yapması için kullandığı alt bölümlerin ya da sınıfların sayısıdır, bu boyut Pettigrew anlamında, bir kategorinin prototipinden sapmaları kabul edebilme düzeyinin, dolayısıyla tolerans düzeyinin de bir ifadesidir Üçüncü yan, farklı bilişsel öğeleri ilişkilendirebilme düzeyini ya da kapasitesini ifade etmektedir. Bireyselcilik Bireyselcilik, genel bir deyişle, modern eşitlikçi toplumlar bağlamında ortaya çıkan ve bireyi merkeze alan bir anlayışın, bir değerler sisteminin ifadesidir İlke olarak, bütünün (toplum) parçalarına (bireyler) aşkın bir gerçekliğe sahip olduğunu varsayan ve hiyerarşik esasta kurulmuş geleneksel toplumları karakterize eden holist anlayıştan bir kopma hareketidir Bu anlamda tarihsel bir olgu niteliği taşır Gerçekten de modern birey anlayışının bir tarihi vardır Bu anlayış, genel olarak XV yüzyıla kadar uzanmaktadır Rönesansla birlikte, insanın dünyada yaşama ve kendini tasarlama tarzında bir değişiklik ortaya çıkmaktadır Birey, kaderi üzerinde belirleyici bir rol oynayan geleneksel güçlerden sıyrılmaya, 'Ben' demeye başlamaktadır Daha önceki toplumlarda (ilkel, antik, ortaçağ, vb), doğumundan itibaren bir ilişkiler dokusu tarafından sarmalanan ve tüm var oluşu sosyal grubu (aile, aşiret, klan, kast, etnik grup, vb) tarafından belirlenen insan, kendisini aşan ereklere tabi olarak yaşamaktadır İnsanın bu konumunu değiştirerek birey haline dönüşümü aşamalı bir şekilde gerçekleşmiştir (R Dumont) İlk olarak, dünyaya (mevcut düzene) kıyasla bir kopma hareketi (Hıristiyanlık) şeklinde başlamış ve uzun süren bir 'kuluçka' döneminden sonra İnsan Hakları düşüncesi (Hobbes, Locke, vb) ve Aydınlanma felsefesi içersinde gelişmiştir Bireyselciliğin tarihinde, insanları cemaatlerin hakimiyetinden kurtaran sekülerleşmenin de önemli bir yeri olduğu genellikle kabul edilmektedir Öte yandan bireyleşme, birey haline gelme, "modern içselliğin oluşumuyla, yani içsel bir derinlikle donatılmış varlıklar olduğumuz duygusunu kazanma ve buna bağlı olarak 'ben' olduğumuz görüşüne varma" olgusuyla ilişkilendirilmektedir (Taylor) Dubois ve Beauvois (2002), geniş ve dar anlamda bireyselcilik ayrımı yapmaktadırlar Onlara göre geniş anlamda bireyselcilik, ideolojik düzlemde, insani varlığı, kişiyi bir birey gibi gören bir özne modelidir; bu modelde birey, diğerlerinden, sosyalden farklılaşmış bir bütün (ünite) olarak ortaya çıkar, bizzat kendi varlığında özerklik (veya kendi kendine yeterlik), kişisel gelişim, vb değerleri taşır, tüm değerlerin temelidir Dar anlamda bireyselcilik, geniş anlamda bireyselciliğin, toplumun temelleri düzeyindeki bir sonucudur (eğer tersi değilse) XVII yüzyılda J Locke gibi İngiliz filozofları tarafından ortaya konmuş bu bireyselcilik, tercihen, kolektif amaçlardan daha değerli gördüğü bireysel amaçların ve mutluluğun gerçekleştirilmesine öncelik verir Çoğu kez bu konuya eğilen yazarlar, bu farkı gözden kaçırmakta ve geniş anlamda bireyselciliğin nitelikleri arasında dar anlamda bireyselciliğe de yer vermektedirler Yazarlar ayrıca 'sosyal düzenin ve siyasal iktidarın meşrulaştırılması konusuna ilişkin moral teori' olarak tanımladıkları felsefi bireyselcilik ile zamanın ideolojik ambiansında kolektif ve bireysel gerçeklik karşıtlığına dayanan birtakım görüşler bütünü olarak beliren doksolojik bireyselciliği ayırdederler Beauvois (1994) Batı toplumlarındaki aktüel doksolojik birey-selciliğin, liberal bireyselcilik olduğunu ve bu bireyselcilikte bireyin emekçi, asker, hasta, öğrenci, taraftar, vb değil, özü itibariyle bir seçmen-tüketici olduğunu öne sürmektedir Günümüzde evrensel bir model olarak sunulan bireysellik, kişiyi, Batı dünyasında tarihin belirli bir döneminden itibaren içine soktuğumuz bir kalıp gibi nitelendirilebilir Dolayısıyla bu kalıba girip birey haline gelen kişi, her şeyden önce egosu ve benlik bilinci tarafından karakterize edilen bir bütündür Tarihsel, biyolojik, psikolojik ve sosyal bagajını kendine özgü bir tarzda bütünleştiren apayrı bir birimdir Bireyselci düşüncede, birey emprik bir özne gibi veya insan türünün bireysel bir örneklemi gibi değil, kendisinde insanlığın yüksek değerlerini taşıyan 'moral, özerk, bağımsız bir varlık' gibi düşünülür Bu anlamda birey, bir kurgudur, sosyal olarak inşa edilmiştir Her inşa gibi, bireyselliğin inşasında da belirli özellikler öne çıkarılmıştır, bu özelliklerden en temel olan üçü tekillik, özerklik, iç-sellik olarak sıralanabilir Bu özellikler, daha yakından ele alındığında 'liberal birey' kurgusuna tekabül etmektedir Zira kendini biricik, tekil, farklı olarak görmekte, özerk ve bağımsız olduğuna inanmakta, dolayısıyla kendi kendine yeterli olduğu inancını taşımakta ve olayların nedenlerinin kendi içinde olduğuna inanma eğilimi taşımaktadır Modern toplumların değerler sisteminde, bireysel sorumluluk esastır ve insanın dünyayı kendisinin şekillendirdiğine inanması, kısacası kendisi de inşa edilen bir varlık olarak dünyasını inşa etmesi söz konusudur Bireyselcilik başka açılardan da kavranabilir Kültürel açıdan, literatürde bireycilik-toplulukçuluk boyutunda ele alınan bireyselcilik, psikolojik açıdan, aynı bir kültür içinde bireysel bir yatkınlık veya eğilim olarak görülmektedir (Hui, 1988) Birincil Güdüler Bunlar öğrenilmiş veya öğrenilmemiş olmalarına göre ikiye ayrılabilirler Öğrenilmemiş güdüler, birincil hedefi olan ve böylece birincil güdüler (prımary motives) de denilenlerdir Birincil güdülerin bazıları açlık, susuzluk gibi, vücutta bilinen bazı fizyolojik değişikliklerden kaynaklanır ve genellikle fizyolojik dürtüler (physiological drives) olarak adlandırılırlar Bu alt bölümde ilk olarak bunlar ele alınacaktır Daha sonra da bildiğimiz bir fizyolojik temeli olmayan, duyusal uyarılma ve sevecenlik gibi öğrenilmemiş güdüler yer almaktadır Açlık ve Susuzluk Açlık ve susuzluk fizyolojik dürtüleri birbiriyle yakından ilişkilidir Çünkü su, vücudun yiyecekten yararlanması için sindirim ve diğer biyokimyasal işlemlerde kullanılmak üzere vücutta tutulur Gerçekte, organizmanın su alımının yaklaşık % 90'ı bu fizyolojik amaç içindir Bir diğer anlatımla, yiyecek yoksunluğu çeken insan ya da hayvanlar sadece, düzenli olarak yedikleri zamankinin yaklaşık % 10'u kadar su içerler Genel açlık Açlık yaşantısının zamandan zamana veya kişiden kişiye değiştiği görülmektedir Her zaman olmasa da, açlık, midenin kasılmaları şeklindeki açlık kramplarıyla birlikte olabilir Ancak, bunlar açlığı hissetmek için kesinlikle zorunlu değildir (Morgan, 1965) Bazen bir baş dönmesi anlatılır, fakat yine, insanlar böyle bir hissi duymaksızın da son derece aç olabilirler Böylece düzenli olarak açlığa eşlik eden, kuvvetli bir yeme isteğinden başka bir yaşantı yoktur Beynin çeşitli bölgeleri açlık ve yemek yeme faaliyetlerini düzenler En önemlisi olan hipotalamus, beyin tabanında yer alır Burada iki merkez vardır ve birine beslenme merkezi diğerine doyma merkezi denir (bkz Şekil 84) Bunlar kan dolaşımındaki koşullardan etkilenirler (Teitelbaum ve Epstein, 1962) Beslenme merkezi faal olduğu zaman insan ya da hayvanın acıkmasına ve yemesine neden olur Doyma merkezi ise yeterli yiyecek alındığında yeme isteğini durdurur Beslenme ve tercihler Çocuklar ve hayvanlar, eğer tercihlerine bırakılırlarsa, yiyecekleri şeyi seçme eğilimindedirler Böylece bir süre dengeli olarak beslenebilirler (Rozin, 1967) önceleri bunu, "özgül açlıklar"ını (specific hunger) ayırdedebildikleri ve bu açlıklarını doyuran belirli şeyleri yedikleri için yaptıkları düşünülürdü Günümüzde ise bu inancın genellikle doğru olmadığı bilinmektedir Öyle görünüyor ki, bu görüş, tuz ve belirli minerallere (daha önce söz edilen tuz gereksinimi olan çocuk vakasında olduğu gibi) uygulanabilir, ancak diyetteki bütün elementler için doğru değildir. Birlikte Hatırlama Sosyal bellek araştırmaları ve kimlik oluşumu bakımından önem taşıyan bu kavram (joini remembering), sosyal inşacılık yaklaşımına bağlı sosyal psikologlar tarafından ortaya atılmış bir modeldir Anıların etkileşim vasıtasıyla sosyal olarak inşasının söz konusu olduğu bu modelde, belleğin genelde iletişim süreçleri ve özelde konuşma içersinde şekillendiği vurgulanmaktadır Bu bağlamda araştırma amaçlı çeşitli konuşma teknikleri geliştirilmiş bulunmaktadır Örneğin deneklerin farklı sohbet konuları (birlikte bakılan bir fotoğraf albümü, yakın zamanda görülmüş bir film, aktüaliteden bir olay, vb) hakkında konuşmaya dayalı 'birlikte hatırlama tekniği' (Middleton ve Edwards, 1990) gibi. Boomerang Etkisi Tutum değişimi, reklamcılık, propaganda ve benzeri iletişim süreçlerinde özenle dikkat edilen boomerang etkisi ya da negatif etki, bir sosyal etki sürecinde, hedefin etkileyen yönünde (pozitif etki) etkilenmeyip aksi yönde bir eğilim geliştirmesini ifade etmektedir İletişim alanında boomerang etkisi, hedefine ulaşmayan bir mesajın geri dönerek, kaynağına yönelmesi, yani vericinin beklemediği sonuçlara yol açması şeklinde tanımlanabilir Negatif etki, etkileyen (iletişim kaynağı) ile etkilenen (iletişim hedefi) arasındaki ilişki, etkileyenin algılanması ve iletilen mesajın niteliği ile ilgili faktörlere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır Araştırmalara göre bunlar arasında en önemlisi, etkileyenin, etkileme hedefi tarafından negatif değerlendirilmesidir; burada iletişim kaynağı olan kişinin sevilmemesi veya güven uyandırmaması söz konusudur ve bu olgu, iletişim uzmanlarının "insanlar her şeye inanabilir, ama herkesten gelene değil' özdeyişinde ifadesini bulmaktadır İkinci olarak hedefin, eylemlerinin sınırlandırılmasına tepki duyması ve direnmesi söz konusu olabilir; bu olgu bireyin özgürlüğünün tehdit edilmesinden, kısıtlanmasından duyduğu rahatsızlıkla ilgilidir Üçüncü olarak etki kaynağının istemeksizin mesaja karşıt bilgiler iletmesi de negatif etkiye yol açabilir; örneğin yapılmaması istenen davranışlar detaylı bir şekilde anlatıldığında, bazen, bunlardan haberdar olmayanlar, neler yapabilecekleri konusunda uyarılmış olmaktadırlar Nihayet istenen şeyin, hedefe ulaşılamayacak, gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve uzak görünmesi de negatif etkiye yol açabilir; bunun klasik örneği bir diş macunu reklamında "tüketicilerin günde en az beş kez bu macunla dişlerini fırçalamalarının gerektiği, aksi halde bunun hiçbir şeye yaramayacağı" mesajının verilmesi ve kampanya sonunda, söz konusu marka diş macunu satışlarının azalmasıdır. Çatışma Kişiler arası ilişkilerin özel bir durumu olan çatışma, çok farklı nedenlerden kaynaklanabilecek bir gerilim durumudur Bu durum, anlaşmazlık, uzlaşmazlık, bağdaşmazlık, uyumsuzluk, tartışma, kavga gibi farklı durumlarla ilişkilendirilebilir Kişilerin veya grupların birbirinden beklentilerinin uyuşmazlığı, amaç ve hedeflerdeki farklılıklar, davranış ve tutum farklılıkları, iletişim bozuklukları ve benzeri nedenler, çatışmaya neden olabilir Literatürde farklı çatışma türleri ayırdedilmektedir Örgüt içersinde aynı hiyerarşik düzeyde bulunan kişiler veya gruplar arasındaki çatışmalar, 'yatay çatışma' olarak, farklı hiyerarşik düzeyde kişi veya grupların uyuşmazlığı, ise 'dikey çatışma' olarak adlandırılmaktadır Çatışma bireyler arasında olduğunda 'bireyler arası çatışma'dan, gruplar, birimler veya servisler arası olduğunda 'gruplar arası çatışma'dan söz edilmektedir Ayrıca çatışmanın bireyin, grubun ve örgütün kendi içinde cereyan ettiğinde 'bireyin iç çatışması', 'grup içi çatışma', 'örgüt içi çatışma' terimleri kullanılmaktadır Çatışma konusundaki araştırmaların önemli bir kısmı, çatışmayı çözme stratejileri ve bunların koşulları üstünde durmaktadır Bu çalışmalarda ortaya konan stratejiler, kişilerin bir yandan kendi hedeflerine bağlılıkları, öte yandan diğerlerine ilgileri veya başkalarını düşünme düzeyleri bakımından farklılaşmaktadır Belli başlı stratejiler arasında otokratik strateji, kaçınma stratejisi, demokratik strateji, kompromi ve anlaşma (conciliatıon) stratejileri dikkati çekmektedir. Çekim Çekim, kişiler arası ilişkilerin hem temeli, hem de bir tarzı gibi görünmektedir Her iki halde de çekim, diğerine karşı olumlu bir tutum ifadesiyle ve ona yaklaşma arzusuyla karakterize edilebilir Bir başka deyişle çekim, olumlu duyguların ve bağlanma (affiliation) arzusunun duyulduğu kişilerarası ilişkilere tekabül eder Sosyal psikologlar kişiler arası çekim olgularında coğrafi mekânda yakınlık, fiziksel görünüş, benzerlik, birbirini tamamlama, enformasyon verme, bağlanma isteği, doyum sağlama ya da ödüllendirici olumlu yaklaşım gibi faktörlerin etkili olduğunu öne sürmüşlerdir. Davranış Senaryoları Çeşitli koşullara veya bağlamlara uygun davranış beklentileri ya da hangi davranışların uygun olacağını belirten davranış epizodlarıdır Senaryolar, belirli özgül durumlarda kişilerin nasıl davranması gerektiğini ifade eden skriptlerden oluşurlar ve bu anlamda, senaryo ve skriptler, bir bakıma sosyal kuralların kognitif karşılığıdır Bunlar, doğrudan gözlem yaparak, diğer insanların değerlendirmelerini dinleyerek, televizyon veya filmlere bakarak, kitaplar okuyarak ve benzeri yollardan öğrenilmektedir Örneğin, her kültürde, misafirlerin nasıl karşılanacağını veya cinsel ilişkilerin nasıl olacağını yöneten çeşitli senaryolar vardır Davranış epizodları, esas olarak, bilişsel çaba tasarrufu sağlayan olay şemaları olarak görülebilir. Davranış Stilleri Küçük gruplarda azınlıkların çoğunluk üzerindeki etkileri konusunda Moscovici tarafından geliştirilen bu kavram, etki kaynağının farklı davranış şekillerini ifade etmektedir Bu kavram, konformite alanındaki araştırmalarda gözlenen ve yönü çoğunluktan azınlığa veya bireye doğru giden etki modelini tersine çeviren, yani azınlıkların da çoğunluğun kanaatlerini, değerlerini ve davranışlarım değiştirebileceğini varsayan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır Bir başka deyişle, burada, etkinin daima bağımlılıkla açıklanamayacağı, yani bağımlının bağımlı olduğu etki kaynağından etkilenmesi şeklinde gerçekleşmediği, bazan da, bağımlılık dışında ortaya çıktığını, örneğin bir kişi veya azınlığın salt davranış stili sayesinde hedef üzerinde etkili olabileceği anlayışı söz konusudur Davranış stilleri, davranış veya kanaatin retoriğine (yoğunluk, organizasyon, vs) gönderir; her biri mevcut durumun ve evriminin anlamını ifade eden sözel veya sözel olmayan sembollerin/işaretlerin niyetli bir düzenlemesidir Davranış stilinin iki yanı vardır: Araçsal ve sembolik yanlar Davranış stili, araçsal yanında, yargı objesi hakkında; sembolik yanında ise davranış stilinin sahibi hakkında bilgi verir Davranış stilinin kendi başına bir anlamı yoktur, etkileşim içersinde anlam kazanır Etkileşim sürecinde taraflardan biri, herhangi bir stili benimseyerek, kendisi ve konu hakkında enformasyon verir; muhatabı ise bunlardan görünür bazı parçaları alarak anlamlandırır Moscovici, sosyal etki bağlamında çeşitli davranış stillerinden söz etmektedir: Soruna yatırım, özerklik, tutarlılık, denklik/hakkaniyet, katılık gibi Davranış stilleri, grupta olumlu veya olumsuz tutumlar yaratmak, psikolojik alanları belirlemek ve dikkati belirli öğeler üstüne çekmek suretiyle etkili olurlar. Desantrasyon Desantrasyon (deceniration) ya da kendi merkezinden çıkma terimi, desantralizasyona benzer şekilde, bir merkeze tabi olmamayı ifade etmektedir Burada söz konusu olan, kişinin yargı ve değerlendirmelerinde kendi konumundan, ben merkezli ve sübjektif bakışından sıyrılıp objektif bir konuma geçmesidir Kendi merkezinden çıkma, genel olarak zihinsel ve moral gelişimin bir üst aşaması ve gruplar arası ilişkilerde önyargılardan kurtulmanın koşulu olarak görülmektedir. Dijital İletişim Palo Alto Ekolü'nün kişiler arası iletişimde (kullanılan enformasyonun, kodun ya da işaretlerin türüne göre) ayırdettiği iki iletişim tarzından biridir (diğeri analojik iletişim) Dijital iletişim, bir takım işlemlerle kodlanabilir ve dolayısıyla bilgisayarlara sokulabilir bir özellik taşıyan, objektif, mantıksal bir enformasyonun kullanıldığı iletişimdir Bu iletişimin dayandığı göstergeler ile anlamları arasında benzerlik ilişkisi yoktur, bunlar arasındaki ilişkiler uzlaşmaya dayanır Dijital iletişimin objesi, şeyler, yani bir içeriktir (oysa analojik iletişim, ilişkiler hakkında bir iletişimdir). Dogmatizm Adorno'nun otoriter kişilik kavramı doğrultusundaki eleştirel çalışmaları çerçevesinde Rokeach (1960) tarafından ortaya atılan kavram, kısaca, bireylerin dünyayla ilişkilerindeki zihinsel katılığı ifade etmektedir Adorno'nun etnosantrizm kavramım genişleten, önyargılı tutumların belirli bir ideolojiye özgü olmadığını, hoşgörüsüzlüğün 'sağ' ideolojiler kadar 'sol' ideolojilerin taraftarlarında da görüldüğünü savunan Rokeach'e göre her birey sosyal dünyasını, inandıklarından ve inanmadıklarından oluşan bir inançlar sistemiyle (belief-disbelief systetri) süzgeçten geçirir Rokeach, dogmatizmi bu karmaşık sistemin işleyiş tarzını açıklayan bir model olarak önermektedir. Donma Etkisi K Lewin'in (1947), karar verme etkinliğinin sonuçlarını belirtmek üzere ortaya attığı bu kavram (freezing), insanların 'onlara kendi kararları gibi görünen şeylere katılma ve bu kararlara uygun davranma eğilimi gösterdikleri' varsayımına dayanmaktadır Amerikalı ev kadınlarının tüketim alışkanlıkları konusunda iki farklı strateji izleyen Lewin, bunlardan birinde, yeni ürünleri (sakatat, vs) övme yönünde ikna edici konferanslar verme yoluna gitmiş, diğerinde ise bir grup çalışması düzenleyerek kadınlarla birlikte yeni şeyler deneme kararı verme yolunu seçmiştir Sonuçlara göre ikinci yol daha etkili olmuş ve Lewin, bunu karar verme eyleminin erdemine, yani donma etkisine bağlamıştır Ona göre kadınlar daha çok ikna oldukları için değil, yeni ürünleri deneme kararı verdikleri için tutum değişikliği göstermişlerdir Burada kararın doğru veya yanlış olması önem taşımamaktadır Nitekim bunu, günlük yaşamdan bazı olaylarda görmek mümkündür İsraf davranışlarının çoğu, bu mekanizmayla açıklanabilir Örneğin akşam dışarda eğlenmek için pek çok seçeneğe sahip olan bir aile, içlerinden birinin X konserine bedava bileti olduğu için öncelikli seçeneklerinden vazgeçebilir (aynı şekilde küçük bir avans ödenerek yapılan rezervasyonlardan daha sonra vazgeçilememesi); yağmurlu bir günde evine dönmek için otobüs, dolmuş veya taksi arayan biri, otobüs durağında 15 dakika bekledikten sonra, durak önünden geçen bir taksiye binmeyebilir ('Bu kadar bekledim, artık otobüs gelmek üzeredir'} Bunun literatürden bir başka örneği 1965'te Johnson'a Vietnam Savaşı'nın geleceği hakkında sunulan rapordur Raporda "Çok sayıda Amerikan birliği cephe savaşına sokulursa, kayıplar çok olur; donatımları yetersiz, vb Ama kayıplar çok olunca geri dönemeyiz, sonuna kadar gitmemiz gerekir, aksi takdirde ulusal bir aşağılanma yaşarız Büyük bir ihtimalle de sonuna kadar gidemeyeceğiz ve ulusal gururumuz kırılacaktır, vb" denmektedir (Ancak ABD Başkanı donma etkisini kullanan bu ileri görüşlü raporu dikkate almamıştır) Başlangıçta donma etkisi kavramıyla açıklanan bu olgu, daha sonra 'angajmanın tırmanması' (escalation of commitmeni) olarak da adlandırılmış ve 'oltaya takılma' (law-ball) diyebileceğimiz bir manipülasyon stratejisinin açıklanmasında kullanılmıştır Bu strateji, belirli bir konuda karar veren kişinin, kendi kararının tuzağına düşerek sebatla aynı yönde davranmaya devam etmesini öngörmektedir Burada bir bakıma, insanın kendi kendini manipülasyonu ya da iknası söz konusudur İtaat davranışlarını konu alan sosyal psikoloji deneylerinde, zoraki kabul (forced compliance) durumlarında, değişken olarak baskısız (serbest seçim, -ki bu, salt bir illüzyon da olabilir) veya baskılı (serbest olmayan seçim) koşullar kullanıldığında, baskısız uyma (compliance without pressure) koşulunun etkili olduğu ve deneklerin normalde yapmayacakları şeyleri yaptıkları görülmektedir Serbest seçim koşulundaki denekler, kararlarında daha ısrarlı davranmaktadır Bu konuda Aronson, 'kendi kendini doğrulama' kavramına dayalı bir açıklama getirmektedir Ona göre kararda ısrarlar, (hatta en disfonksiyonel olanlar bile), bireyin İlk kararının rasyonelliğinin onaylanması ihtiyacıyla açıklanabilir. Duygusal Zeka (EQ) Türümüz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur Kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendirirken hislerimiz çoğu zaman düşüncelerimize baskın çıkar Duygular bize hakim olduğu sürece, zeka iyi ya da kötü hiç bir yere varamaz Tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdirAslında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor Birbirinden tamamen farklı bu iki kavrama tarzı, zihinsel yaşantımızı oluşturmak için etkileşim halindedirAkılcı zihin, bilincimize daha yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir Bunun yanında fevri ve güçlü, bazen de mantıksız olan bir kavrama sistemi daha vardır; bu da duygusal zihindir Hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zihin etkisini yitirir Duyguların, akıl üzerindeki etkisini anlamak için beynin gelişimine bakmamız gerekir Homo sapiens neokorteksi, düşüncenin beşiğidir Hissettiklerimize düşünce katar Hayatta kalabilme üstünlüğü neokorteksin strateji geliştirme, uzun vadeli plan yapma gibi kurnazlıklarına borçluyuz Amigdala, duygusal belleğin ve başlı başına anlamın deposudur; amigdalasız yaşam, kişisel anlamlarından soyutlanmış bir yaşamdır Amigdala, psikolojik gözcü konumuyla ruh dünyamızda merkezi bir yere yerleşmiştir Doğrudan amigdalaya ulaşan duygular bizim en ilkel ve en güçlü hislerimizi kapsıyor; işte bu devre, duyguların gücünü ve akla olan üstünlü ğünü çok iyi açıklıyor Hisler, bize doğru yönü gösterir; ondan sonra kuru mantık işe yarar Demek ki duygular mantıklı olmak için gereklidir Bir bakıma; akılcı ve duygusal olmak üzere iki beynimiz, iki zihnimiz ve iki farklı türden zekamız vardır Hayatı nasıl yaşadığımız her ikisi tarafından belirlenir Sadece IQ değil, duygusal zeka da önemlidir Aslında akıl, duygusal zeka olmadan tam verimli çalışamaz Akademik zekanın, duygusal yaşamla pek ilgisi yoktur Kişiler arası ilişkilerde zeka, diğer insanları anlamaktır Özbilinç, duyguları idare edebilmek, kendini harekete geçirmek, başkalarının duygularını anlamak, ilişkileri yürütebilmek, duygusal zekaya ait yeteneklerdir İnsanı insan yapan niteliklerin çoğu duygusal zekadan gelmektedir Kararlar, salt mantığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyimlerden derlenmiş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır Kişisel açıdan doğru kararlar verebilmenin anahtarı, hislerine kulak vermektir Bize sıkıntı veren duygulara hakim olabilme, duygusal sağlığımızın anahtarıdırDuyguların yoğunluğu ve süresi uygun ölçüyü aşıyorsa, o zaman rahatsızlık veren uçlara, yani kronik kaygı, kontrolsüz öfke ve depresyona doğru kayarlar Duygusal zeka açısından umutlu olmak, kişinin zorlu engeller veya yenilgiler karşısında bunaltıcı kaygıya, teslimiyetçi bir tutuma ya da depresyona yenik düşmemesi anlamına gelir İyimserlik tıpkı umut gibi, zorluklara ve engellemelere rağmen genel olarak hayatta herşeyin iyi gideceğine dair beklentidir İyimserlik ve umut öğrenilebilir Her ikisinin de temelinde, psikologların özverimlilik dediği görüş, yani kişinin hayatındaki olaylarla başedebileceğine dair inancı vardır Empatinin kökeni özbilinçtirBaşkalarının ne hissettiğini kaydedememek duygusal zeka bakımından büyük bir eksikliktir Çünkü duygusal ahenk, empati yetisinden kaynaklanır; ahlakın kökleri empatide bulunur Her temasta duygusal sinyaller göndeririz ve bu sinyaller bizimle birlikte olanları da etkiler EQ, bu alışverişin id****ini içerir Sosyal zekanın temelinde ise grupları organize edebilme, tartışarak çözüm bulma, kişisel bağlantı, sosyal analiz becerileri bulunur Duygusal öğrenmede cinsiyetler arasında farklılıklar vardır Kızlar, sözlü-sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etmekte ustalaşırken, erkekler, incinebilirlik, suçluluk, korku ve acıyla ilgili duygularını en aza indirgemekte beceri sahibi olur Bu da ikili ilişkilerde ve evliliklerde önemli rol oynar Evliliklerde anahtar niteliğindeki yeterliliklerden biri, eşlerin sıkıntılı hisleri kendi başına yatıştırmayı öğrenmesidir Kendi kendine konuşma, savunmacı olmayan dinleme ve konuşma, saygı ve sevgi evlilikte düşmanlığın önünü keser Gelecekte, EQ'nun temel becerileri ekip çalışmasında, işbirliğinde ve insanların birlikte daha etkili çalışmayı öğrenmelerine yardımcı olunurken büyük önem kazanacaktır Duyguların sağlık açısından önemi incelendiğinde ise, merkezi sinir sistemi ile bağışıklık sisteminin sayısız şekilde iletişim halinde olduğu görüldü Öfke, kaygı kronikleştiğinde, insanların bir dizi hastalığa karşı direncini kırabilir Depresyon ise kişilerin daha kolay rahatsızlanmasına neden olmasa bile, özellikle durumu ağır olan hastaların tıbbi açıdan iyileşmesini engelleyebilir ve ölüm riskini artırabilir İyimserlik, umut, duygusal desteğin ise şifa gücü vardırAyrıca, kronik ya da ciddi bir hastalıkla savaşanların hislerini umursamayan tıbbi bir bakıma artık yetersiz kalmaktadır Tıbbın duygu ve sağlık arasındaki bağdan, yöntem açısından daha fazla yararlanmasının zamanı çoktan gelmiştir Ayrıca, çocukların okuldaki başarısızlıklarının ardında da duygusal zekadan yoksunluk yer almaktadır Bir çocuğun okula hazır olması, nasıl öğreneceğine bağlıdır Bunun da 7 öğesi vardır: Güven, merak etme, amaç gütme, özdenetim, ilişki kurabilme, iletişim yeteneği, işbirliği yapabilme Duygusal dersler, (hatta kalbin en derinlerinde yer eden, çocuklukta öğrenilmiş alışkanlıklar bile) yeniden biçimlendirilebilir Duygusal öğrenme yaşam boyu sürer Mizaç, duygusal hayatımızın özelliklerini oluşturan ruh halleri olarak tanımlanabilirGenler tek başına davranışı belirlemez; çevremiz, özellikle de büyürken yaşadıklarımız ve öğrendiklerimiz, yaşam ilerledikçe mizaçla ilgili bir eğilimin nasıl ifade bulacağını belirler Duygusal yeteneklerimiz sabit veriler değildir; doğru bir öğrenmeyle geliştirilebilirler Alkoliklik, uyuşturucu bağımlılığı, yeme bozuklukları gibi kötü alışkanlıklar depresyon, kaygı belirtilerini kendi kendilerine tedavi etme yöntemi olarak gelişebilmektedir Duygusal eğitim; hisleri tanıyıp onları tanımlayacak bir sözcük oluşturma anlamında özbilinci; düşünceler, duygular ve tepkiler arasındaki bağlantıları sezmeyi; bir karara duyguların mı yoksa düşüncelerin mi hükmettiğini bilmeyi; farklı seçimlerin sonuçlarını öngörmeyi ve bütün bu içgörüleri uyuşturucu kullanmak, sigara içmek ve seks gibi konulardaki kararlarda uygulamayı içeriyor Ayrıca, duygu yönetimi, duyguların verimli kullanımı, empati, duyguları okuma, ilişkileri yürütme yeteneklerini yerleştirmek de eğitime dahil Yapılan araştırmalara göre, duygusal okuryazarlık programları çocukları okuldaki başarı puanlarını ve performansını iyileştirmektedir Duygusal okuryazarlık karakter, ahlaki gelişim ve yurttaşlık eğitimiyle birlikte gelişir. Efendi-Köle Diyalektiği Hegel tarafından güç ilişkilerini analiz için ortaya atılan efendi-köle diyalektiği, psikolojide (Mead, Wallon, Zazzo, Lacan, vb) kimliğin oluşumu konusunda aynayla ve diğer insanlarla ilişkinin önemini vurgulamak için kullanılmaktadır Aynayla ilişki, çocukluk yıllarında çocuğun aynada yansıyan görüntüsüyle, daha sonraki yıllarda ise diğer insanların bireye ilişkin değerlendirmelerinde yansıyan görüntüyle ilişki biçimini almaktadır Bilincin oluşumunda kendini bir obje olarak ele alma kapasitesi önemli bir noktadır Genetik bir perspektifte, Wallon'un (1959) işaret ettiği üzere, benlik bilincinin oluşumunda ben-diğeri ilişkisi önem taşımakta ve bu ilişki ben ve diğeri arası farklılaşma sürecinde katedilen gelişim evrelerine göre değişmektedir Wallon'dan sonra Lacan, ayna aşamasını (miror stage), 'kimlik arayışını oluşturan' en önemli an olarak nitelemiştir; O'na göre çocuk, aynadaki görüntüsünü, çoğu kez, bir tür hayranlıkla ve zevkle seyretmektedir; bu görüntü, "ben'in (Je, I) diğeriyle Özdeşleşmenin diyalektiğinde objeleşmeden önce temel bir biçime girdiği sembolik bir matristir" Çocuk, bu biçim vasıtasıyla, bireyselliğini ve bedensel birliğini keşfeder ve yavaş yavaş kendini tanımayı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi öğrenir Ayna aşaması, çocuğun psişik gelişiminde önemli bir evredir 'Ben' (ego), imajiner temsil değerini diğeri sayesinde ve diğerinin bakışında bulur Ayna aşaması, bu diyalektiği başlatan süreçtir Çocuğun görüntüsel imgesiyle özdeşleşmesi, diğerinin (Anne) bunu tanımasıyla/kabulüyle desteklendiği ölçüde mümkündür; çocuk kendi öz imgesinde, diğeri onu böyle tanıdığı için kendini tanır, yani diğerinin gözünde, bu imgenin kendine ait olduğunun tasdikini bulur Ayna aşamasında gerçekleşen bu temel özdeşleşme, Hegel'in bilincin diyalektiği kavramına gönderir Bu düşüncelerin kaynağı, Kojev'in ve daha sonra Lacan'ın vurguladığı üzere Hegel'e kadar uzanmaktadır Söz konusu diyalektiği ve yorumunu Kojev'den aktaralım: Hegel, Efendi ve Köle Diyalektiği adlı eserinde, karşılıklı tanımanın bütünsel bir analizini yapar Başlangıçta, insan, ancak yaşayan hayvan statüsünde insandır Bu haliyle ancak bir ihtiyaç varlığıdır Kimliğim kazanması için, arzunun varlığı, yani arzulayan bilinç ya da kendilik/benlik bilinci haline gelmesi gerekir Yaşayan hayvan kendilik bilincine ulaşmak için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etme mecburiyetindedir, zira kendilik bilincinin ortaya çıkışı, diğerinde kendini tanıyabilmeyi gerektirir Fakat tersine, bunu yapabilmesi için, diğerinin de onda (kendilik bilinci) kendini tanıyabilmesi gerekir Zorunlu olarak birinin diğerinde arzulayan bir başka bilinç bulması gereklidir Burada kaçınılmaz olarak ölümüne bir mücadele başlar ve bu kavgada her biri, diğerinde arzulayan bir bilinç bulabilmek için, yaşayan hayvan olarak diğerini yok etmeyi arzular Kojev'in (1991) yorumuyla "insanın gerçekten insan olması için, hayvandan özsel olarak ayrılması için, onda, insani Arzunun, hayvani Arzuyu yenmesi gereklidir Oysa her Arzu, bir delerin arzusudur Hayvanın bütün arzuları, son çözümlemede onun hayatını koruma isteğinin sonuçlarıdır O halde insani arzu, bu korunma Arzusunu yenmek durumundadır Başka bir deyişle, insan hayvani yaşamını insani Arzusunun sonucu olarak tehlikeye atarsa, insan olarak 'kendini ortaya koyar' Bu tehlikede ve bu tehlike aracılığıyladır ki, insan gerçekliği, gerçeklik olarak kendini yaratır ve açımlar" Bu ölüm savaşının bir tek çıkış noktası vardır: Madem ki, taraflardan biri boyun eğmek zorundadır, öyleyse işi prestij savaşına döndürmek gerekir Bir diğer deyişle ölüm savaşı, bir kölelik ilişkisini kurmaktan başka bir uç noktaya sahip değildir Savaşanlardan biri, yaşayan hayvan olarak ölümden çekindiğini ve kendilik bilinci olarak tanınmaktan vazgeçtiğini diğerine göstererek savaşı bırakır Efendi, bu şekilde köle tarafından tanınır ve onun tarafından tanındığını kendi kendine bilir Bu andan itibaren, süreç, kölece bilincin diyalektiğine girerek tersine döner Efendinin köle tarafından tanınması tek yönlüdür Bu nedenle, etkisizdir Efendi, köle tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır, ama kölede kendilik bilinci olarak hiç bulunmaz Yani Efendi, kendilik bilinci olmayan bir bilinç tarafından kendilik bilinci olarak tanınmıştır Benzer fakat tersine nedenlerden ötürü, köle Efendi'de kendini tanımaz Oysa, bilinç olarak, köle de tanınmak ister; korku O'nu bundan vazgeçirir, ama otantik bir kendilik bilinci olma isteği yok olmaz; demek ki köle kendisinde-kendisi için bir bilinçtir, yani gelişmesi, sahte bilinç aşamasında durmuş bir bilinçtir Bu kendinde kendi için bilinç, bu kendinde kendisi içini objektif olarak kendisi için konumlamamıştır ve bu kendinde kendisi içini sübjektif olarak kendinde ortaya koymamıştır Köle için, tanınma, hizmet etmesiyle gerçekleşir Gerçekten de Efendi'nin arzusu, arzulayan bilinç olarak değil, kölece bilinç olarak tanınan bir bilinç vasıtasıyla tatmin olur Bu nedenle, Efendi'nin arzusu, kölenin bilincine yabancılaşmıştır Sadece köle, Efendi tarafından arzulanan objeye insani bir biçim verebilir Bu böyleyse, köle objektifliğe sübjektif bir anlam verir ve dolayısıyla, aynı zamanda kendi öz sübjektifliğine objektif bir anlam verir Bu koşullarda, kendisi için kendinde ve kendinde kendisi İçin haline gelir Oysa, bizzat buradan, otantik olarak kendilik bilincine ulaşır Sonuç olarak, her biri, diğeri ona karşıt bilinç olarak var olduğu için kendilik bilinci olarak vardır Birey, ancak diğerinin vasıtasıyla kendilik bilinci olarak kendini tanır Ancak, kendilik bilinci olarak var olmak için, arzulayan bilinç olarak diğerini inkâr etmek gerekir Arzulayan öznenin bilinçlenmesi, tanınmak isteyen bir başka arzulayan bilince karşı olduğu ölçüde anlam taşır. Ego Psikolojisi Başlıca temsilcileri arasında Loevenstein, Kris, Erikson, Rapaport ve Heinz Hartman'ın bulunduğu Ego psikolojisi (Ego Psychology), Amerikan Freudizmi'nin (özellikle New York Ekolü'nün) en güçlü akımlarından biridir Roudinesco ve Plon'un (1997) analizine göre Ego psikoloji ve Amerikan psikanalitik akımları, insanın bir topluma, topluluğa, cinsel bir kimliğe, bir farklılığa, bir renge, bir etniye entegrasyonunun mümkün olduğu fikrinde birleşirler Ego psikolojisi 20 yyın ikinci yarısında, zengin Amerikan burjuvazisinin, her dakikası hesaplanan ve sonu gelmeyen, sosyal prestij ve parasal kazanç peşindeki doktorlar tarafından uygulanan tedavi seanslarının doktrini olmuştur Bu nedenle de eleştirilmiştir Genel olarak bakıldığında, Amerikan Freudçülüğü, İd, Bilinç-dışı ve Özne yerine Ego (Ben), Şelf veya Bireye önem verir, Avrupa'dan farklı olarak koruyucu sosyal tıp ve zihinsel hijyene dayalı pragmatik bir etiği temel alır; bunun sonucu olarak klasik Viyana anlayışından tamamen farklı, tıbbileşmiş ve psikiyatriye dönüşmüş bir psikanaliz gelişmiştir (bunda Maccarthyzm de etkili olmuştur) Bu akımlar Avrupa'nın 'kökensel' psikanalitik akımları, Kleinizm, Lacanizm, hatta sol Freudizmden (Otto Fenichel) farklı bir zeminde ilerler, mutluluk ve sağlık kültü etrafında dönerler; Amerikan psikanalistleri, bir tür uyum teknisyenlerine dönüşürler Tüm bunlar psikanalizin imajını bozar, gözden düşürür ve onun yerine; çeşitli New Age terapileri, mutluluk hapları, şamanistik kürler, telepati, spiritizm, falcılık, medyumluk gibi etkinlikler gelişir (Kaynak: Roudinesco ve Plon, 1997). Ekolojik Psikoloji Ekolojik psikoloji, çevre psikolojisinin öncülerinden Barker (1964, 1968) tarafından ortaya atılan bir yaklaşımdır Barker, insan-çevre etkileşiminin karmaşıklığına dikkati çekerek, mekânın bireyleri ve bireylerin de mekânı kendi tarzlarında şekillendirdiğini öne sürmüştür Ona göre, yaşamımızın cereyan ettiği her yer, bizim için bir yaşam çerçevesi (behavior setting) oluşturarak özgül bir durum yaratır Bu yaşam çerçevesi, söz konusu yerin fiziksel özellikleri ile kültürel verilerin etkileşiminin şekillendirdiği kültürel davranış ve etkinliklerin içinde cereyan ettiği sosyo-kültürel nitelikli topolojik bir zemin gibi düşünülebilir Bu açıdan davranışlarımız, yaşadığımız mekânların doğrudan bir sonucu değildir, her mekân içersinde, az ya da çok geniş bir olanaklar alanı vardır; yaşanan mekânı düzenleme ve kendine bir yer yapma, dolayısıyla davranışlarını bu kültürel-mekânsal duruma uyarlamak söz konusudur Barker'ın yaklaşımı, mekânın içinde cereyan eden etkinliklere göre farklı mekânsal yapılar ayırdetmektedir Mekân tipi, bu mekânda bulunan kişiler ve sosyal rolleri bir bütün oluşturmaktadır. Empati Empati terimi, etimolojik anlamında, içsel olarak etkilenmiş, duygulanmış birinin durumunu ifade etmektedir Kişiler arası ilişkiler bağlamında ise karşımızdakilerin tepkilerini öngörebilme kapasitesi anlamıyla yaygınlaşmıştır Bu anlamda empatik kişi diğerinin duygularını hissedebilen, onun bakış açısından bakabilen biridir Empati genel olarak, Diğeri'ni "Diğeri" olarak anlamaya ve onun potansiyellerini tahmin etmeye yönelik çaba harcamaktır Empati bu açıdan kendini diğerinin yerine koyabilme kapasitesidir Bu çaba, bireyin kendini merkeze alarak dünyaya ve dolayısıyla diğerine bakmak yerine, kendinden çıkarak diğerinin bakış açısına yerleşmesini gerektirmektedir Sosyal psikologlar, empati düzeyini ölçmeyi amaçlayan çeşitli ölçekler geliştirmişlerdir; örneğin Mehrabian ve Epstein (1972) ölçeği Araştırmalara göre akıl hastalan, dikkatlerini aşırı bir şekilde kendileri üzerine odaklaştırmakta ve diğerlerinin bakış açılarını dikkate almamaktadırlar Bazı sosyal psikologlar da (Lerner), empatiyi modernleşmenin önemli bir faktörü ve göstergesi saymışlardır. Enformasyon Enformasyon, genel olarak insanın dış dünyayla ilişkisinde, belirsizlik düzeyini azaltan her tür uyaran şeklinde tanımlanabilir Daha özel olarak ise formatlanmış ve yapılandırılmış veriler bütünü olarak tanımlanabilir Yaygın anlamda enformasyon terimi, "haber" (Ing News, Alnı Nachrichf) veya mesaj terimiyle eşanlamlıdır Shannon, mesajın ilettiği "enformasyon miktarı" kavramını matematik olarak tanımlarken enformasyon terimine de teknik bir anlam yüklemiştir Bu anlamıyla enformasyon mesaj vasıtasıyla belirsizliğin azaltılmasının ölçüsüdür Bu doğrultuda enformasyon, mesajın alıcıya göre yeni, orijinal olan yanına veya öğelerine göndermektedir Enformasyon teorisi, bu noktadan hareketle, mesajları, kapsadıkları enformasyon miktarına, orijinallik ve olağanlık derecesine, artıklık (redundancy) oranına, anlaşılabilirlik düzeyine göre çeşitli kategorilere ayırmaktadır (Moles'in tarafımdan 1983'de Türkçe'ye çevrilen Kültürün Toplumsal Dinamiği adlı eseri bu teorinin sosyal olgulara uygulanışının çok çeşitli örnekleriyle doludur) Enformasyon istatistiksel olarak ikili sorularla (bits olarak), yani evet veya hayır şeklinde cevap verilen soruların sayısıyla ölçülmektedir Belirsizliği azaltma bakımından, her iki cevap eşdeğerli sayılmaktadır Moles (1971) bunu şu tür bir örnekle açıklar: A, B, C, D, E, F, G, H şeklinde 8 işaretlik bir dizi içinden bir harf seçelim; bu harf D olsun Muhatabımıza, evet-hayır cevabı alacağı sorular vasıtasıyla, aklımızda hangi harfi tuttuğumuzu kesinlikle bulmasını söyleyelim Bu oyun, alıcının bizden bir takım enformasyonlar istemesine dayanan bir oyundur Muhatabımız doğru harfi bulmak için kaç enformasyon isteyecektir? Her bir harfin "doğru" (seçilen) olma ihtimali 1/8'dİr En mantıklı yol bu oranı her seferinde yan yarıya büyütmektir (yani olasılığı artırmaktır) İlk soru şudur: Seçilen harf, dizinin ilk yarısında mıdır? Evet veya hayır cevabına göre A, B, C, D ve E, F, G, H yarıları kalacak ve olasılık 1/4'e düşecektir Cevap "evet"tir İkinci soru yine aynı olacaktır: Seçilen harf bu dörtlünün ilk yarısında mıdır? Cevap "hayır" olacağına göre C, D ikilisi kalacaktır ve bu iki harften birisinin doğru olma olasılığı 1/2'ye düşecektir Üçüncü soru yine aynıdır ve cevap "hayır" olacaktır Böylece muhatabımız üç soruda (üç bits'lik enformasyonla) hangi harfi tuttuğumuzu kesinlikle bulacaktır 32 harflik bir alfabede, herhangi bir harfi bulmak için ise 5 bits'lik enformasyon yeterli olmaktadır Aynı oyun bir kitap içinden seçilen bir sözcüğü bulmak şeklinde de oynanabilir Bu durumda da sorular; Bu sözcük, kitabın ilk yansında mı ? şeklinde başlayıp tek bir sayfaya gelindiğinde Bu sözcük, sayfanın ilk yarısında mı? İle devam edecek ve nihayet Bu sözcük satırın ilk yarısında mı? vb şeklini alacaktır Sonuçta kitabın sayfa sayısına ve sayfanın büyüklüğüne bağlı olarak az ya da çok sayıda (ve tümüyle kodlanabilir) enformasyonla hedefe ulaşılacaktır Enformasyon bilgiden farklıdır Bilgi, bir öğrenme kapasitesi ve bilişsel kapasite gerektirmektedir, birbirinden farklı gerçeklikleri kapsar; örneğin eğitim kurumlarında verilen bilgiler, bir araştırma laboratuarında elde edilen bilgiler veya bir üretim (bir iş yaparken) etkinliği sırasında kendiliğinden ortaya çıkan bilgiler Tüm enformasyonlar "a priori" olarak kodlanabilir ve dolayısıyla büyük ölçekte kopyalanıp yayılabilir; oysa bilgi, örtük, satır arası niteliğinde olabilir ve bu nedenle kodlanması zordur, Örneğin bir mesleğin yıllarca icrasıyla kazanılan ustalık böyledir. Epistemik İhtiyaç Epistemik veya bilişsel ihtiyaçlar (need for cognitiori), kişilerin çeşitli sorunlar veya durumlar konusunda bilgiyle (veri, enformasyon) ilişki eğilimlerini ifade etmektedir İnsanların günlük yaşamlarında çeşitli konulara ilişkin bilgilerini nasıl oluşturdukları ve değiştirdikleri, naif psikolojinin önemli bir alanıdır Kruglanski ve Ajzen tarafından ortaya atılan naif epistemoloji teorisine göre bilgilerimiz, problemlerin ifade edilmesi ve çözülmesi şeklinde iki aşamalı bir süreçte oluşurlar Bu oluşumda enformasyon etkenleri yanı sıra epistemik ihtiyaçlar da etkilidir Bunlar, bilgiye ilişkin güdülerdir ve belirli bir konudaki bilginin arzu edilmesi veya edilmemesinde ifadesini bulurlar Bir başka deyişle burada söz konusu olan, belirli bir konuda bilgi veya kararla ilgili olarak arayışı durdurma, sonuca bağlama, hesabı sabitleştirme, tespit etme tutumu veya tam tersi tutumdur Kruglanski'ye göre bu konudaki eğilimler birbirini dikey olarak kesen iki boyutta şematize edilebilir Bunlardan biri, "kapatma - kapatmaktan kaçınma" boyutudur; diğeri "kapatmanın özgül olması- özgül olmaması" boyutudur Tüm bireyler bu iki boyut üzerinde konumlandırılabilir Bu çerçevede bireylerde iki tip ihtiyaç ayırdedilebilir Birincisi özgül olmayan kapatma ihtiyacıdır ve bireyin belirsizlik veya karışıklık yerine, hangisi olursa olsun bir cevap bulma ihtiyacına tekabül eder Örneğin acele karar vermenin gerekli olduğu durumlarda, bu yola gidilebilir Bu ihtiyacın karşı yüzünde kapatmaktan kaçınma yer alır ve bireyin, olumsuz bir sonuçla karşılaşma endişesiyle kararı geciktirmesini ifade eder İkincisi, özgül kapatma ihtiyacıdır ve bireyin, kendi sorunları konusunda özgül cevap bulma ihtiyacına tekabül eder Bu tür bir kapatma, arzulanır cevaplar bulunmasına bağlı olarak epistemik arayışı sona erdirir Bu ihtiyacın karşı yüzünde 'arzu edilmeyen cevaplardan kaçınma' yer alır Örneğin ağır bir hastalığa yakalanma olasılığı yüksek olan kişiler, bazen bu hastalığın teşhisini sağlayacak muayeneden kaçınmakta ve 'kendilerinin hasta olamayacaklarını' düşünmelerini sağlayacak işaretler, kanıtlar aramaktadırlar Burada özgül kapatmadan (kişi hastadır) kaçınma, karşıt kapatmanın (o hasta olamaz) elde edilmesine bağlıdır. Ergonomi Ergonomi, fiziksel çevreyi işe olabildiğince uyumlu hale getirme amacıyla, iş ya da görevlerin bilimsel olarak incelenmesi şeklinde tanımlanabilir Bir başka deyişle ergonomi, işçi ile iş donatımlarının uyumunun incelenmesidir Ergonomik yaklaşım, vücut pozisyonları ile iş araçlarının kullanılış tarzı arasında yüksek düzeyde bir ahenk sağlayarak çalışanların en az yorgunluk ve en az çabayla en büyük verime ulaşmasını hedeflemektedir Ergonomi, günümüzde daha geniş bir anlamda, 'insan-makine sistemleri 'nin incelenmesine odaklaşmaktadır Ergonomi, insan faktörünü hesaba katmayan bir iş organizasyonu içinde doğmuştur Ondan önce uzun bir dönem boyunca makineler, kullanıcıların Özelliklerine bakmaksızın salt teknolojik gerekleri dikkate alarak tasarlanmıştır, aygıtların üzerindeki pedallar, kollar, düğmeler, kullanıcı ve kullanım süreci göz önüne alınmadan yerleştirilmiş ve bu yüzden gerek makineyi kullanan insan (operatör), gerekse makinenin bulunduğu işletme ve çevre için olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır Bu bağlamda ortaya çıkan ergonomi, önce bir tür 'beşeri mühendislik' biçimini almıştır: Bu çerçevede, örneğin bir köprü yapımında üstünden geçecek taşıtların ağırlığına göre malzeme seçmek veya kullanıcısına bir takım enformasyonlar sunan teknik bir aygıtı tasarlarken, alıcı-kullanıcının enformasyon alma kapasitesini dikkate almak gibi kaygılar güdülmüştür Böylece, hareket noktasına bağlı olarak psikolojik ve fizyolojik yönelimli ergonomi anlayışları gelişmiştir Fizyolojik yönelimli olan, ısı, ışık, titreşim, uyku bozuklukları ve çeşitli bedensel çabaların kasların çalışması üstündeki etkilerine odaklaşırken, psikolojik yönelimli olan ölçüm araçlarının algılanması, dikkat gerektiren görevler, enformasyonun kodlanması ve zihinsel yüklerin değerlendirilmesi gibi hususlar üzerinde durmuştur Kısa zamanda ergonomi disiplinler arası bir hüviyet kazanmış, fizyoloji ve psikolojinin yanı sıra, biyometri, antropometri, psikofizik, mühendislik gibi bilim dallarının katkısını gerektirmiştir İkinci Dünya Savaşı sırasında gelişen bu anlayışın ardından, ergonomi çalışmalarının bir iş analiziyle başlaması gerektiğinin vurgulandığı bir başka aşamaya geçilmiştir Bu anlayış ergonomiyi psikolojiye daha çok yaklaştırmış ve literatürde 'ergonomik psikoloji'den söz edilmeye başlanmıştır XX yüzyılın ikinci yarısı boyunca ergonomide, çalışanların özellikle fiziksel enerjisiyle önem taşıdığı bir üretim tarzının aktörü oldukları bir durumdan çıkılarak insanın enformasyon işlemek üzere dahil olduğu otomatik sistemlere ve enformasyon teknolojilerine geçilmiştir; bir bakıma ergonomi, konusunu değiştirmiş, fiziksel gereklerden çok bilişsel gerekleri dikkate almaya yönelmiştir ve bu anlamda 'bilişsel ergonomi'den (Helander, 1988; Eason, 1993, vb) söz edilmiştir Nihayet bazı araştırmacılar, işin ve iş araçlarının tasarımında daha sosyal psikolojik bir perspektife kaymış ve çalışanlar için işin/çalışmanın anlamının da hesaba katılması gerektiği üzerinde durmuştur; bu da bir tür 'sosyal psikolojik ergonomi' yaklaşımı doğurmuştur. Estetik Kişi Sanat psikolojisi çerçevesinde yapılan çalışmalarda ortaya atılan estetik kişi kavramı, sanatsal etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak katılan ve belirli bir estetik duyarlılığa sahip kişilere göndermektedir Bu tür kişiler, uzun yıllardan beri merak konusu olmuştur Nitekim Spranger'in insan tiplerinden hareketle geliştirilen Allport, Vernon ve Lindzey'in değer tiplerinden biri de (Estetik Değer) bu tür kişilerin değerlerini kapsamıştır Daha somut bir deyişle, seyirci, dinleyici, aktif amatör olarak, doğal veya insani çevre dahil (örneğin mimarlık) çeşitli sanat biçimlerinden tat alan, uzman olmadan bu sanatları incelemeye, onlar hakkında bilgi sahibi olmaya çalışan kişiler söz konusudur Araştırmacılar (Berlyne, Lindauer), bu kişilerin bir takım yaşantısal, bilişsel, kişisel ve davranışsal özelliklerle karakterize edilebileceğini öne sürmektedirler. Etnopsikiyatri Etnopsikiyatri, ruhsal hastalıkları, kişilerin ait oldukları kültürel ve etnik gruplara göre ele alan bir yaklaşımdır Etnopsikiyatri, hem bireysel bozuklukları, hastanın grubunu dikkate alarak tedavi etme çabalarını, hem de etnik gruplara veya kültürel çevrelere özgü zihinsel, davranışsal veya duygusal rahatsızlık ve bozuklukları saptama ve gözleme çabalarını içermektedir. Etnosantrizm Etnosantrizm, bir kişinin diğerlerini, kendi etnik grubunu veya kültürünü merkeze alarak değerlendirme tutumu şeklinde tanımlanabilir Pek çok önyargı ve stereotipin kaynağını oluşturan bu değerlendirme, genellikle, diğerlerinin olumsuz bir tarzda nitelendirilmesiyle sonuçlanmaktadır Etnosantrik kişi, başka gruptan olanları, kendi grubunun kültürel kabullerinden ve değerlerinden hareketle, dolayısıyla tarafgir bir şekilde yargılar Bunun altında kendi doğrularının herkes için geçerli olduğu fikri vardır ve bununla tutarlı olarak, bu doğrulara sahip olmayanların ya da uymayanların geri veya aşağı olduğu oldukları sonucuna varır Nitekim Adorno'nun otoriter kişiliği belirlemek için geliştirdiği F-ölçeğinin ana boyutlarından biri, etnosantrizm boyutudur Etnosantrik tutum, kişilerin günlük yaşam etkinliklerinde ve davranışlarında görülebildiği gibi, diğer toplumları inceleyen bilim adamlarının ya da araştırmacıların (sosyal antropologlar, karşılaştırmalı kültür araştırmacıları, vb) yaklaşımlarında da söz konusu olabilir. Eşyanın Etki Alanı Eşyanın etki alanı kavramı, algı alanımızda yer alan eşyaların yakın çevreleri üzerindeki 'psikolojik hale etkisi'ni ifade etmektedir Reklam ve pazarlama alanında eşyalara ilişkin psikolojik incelemeler (Moles, Bilgin, vb), her eşyanın potansiyel olarak, psikolojik etkide bulunduğu, anlamlandırdığı ve temel öğesi olduğu bir alana sahip olduğunu ortaya koymaktadır Modern pazarlama yöntemleriyle birlikte önem kazanan bu olgu, aslında insanlık tarihinin çok uzun dönemlerinden itibaren sezgisel olarak bilinmektedir; zira zenginliklerin gösterilmesi ve sergilenmesinde, zenginliği oluşturan öğelerin hale etkisinin genişlemesine dikkat edildiğini gösteren pek çok örnek bulunmaktadır: Ev dekorasyonları, çeyizler, tören ritüelleri, vb Eşyanın etki alanı, günümüzde en somut ifadesini, müzelerde, sergilerde, vitrinlerde, büyük mağazaların reyonlarında ve evlerdeki salon düzenlemelerinde bulmaktadır Bu tür mekânlarda, sanat eserleri, mobilya veya eşyalar, üstüste yığılmayıp aralarında olabildiğince boşluklar bırakılmaktadır (yer darlığı durumunda ise mimari öğeler vasıtasıyla eşya grupları birbirinden ayrılıp kontrast yaratılmakta ve az çok benzeri bir sonuca ulaşılmaktadır) Eşyanın psikolojik etki alanı kavramı, küçük gruplarda her bireyin potansiyel bir etki payına sahip olduğunu ifade eden sosyal etki alanı kavramıyla benzerlik taşımaktadır. Faydacılık Temsilcileri arasında J Bentham, J S Mili, A Smith, T H Green, H Spencer ve D Hume gibi düşünürlerin bulunduğu faydacılık (utilitarianism), kapitalizmin siyasal düşüncesi ve felsefi doktrini olarak nitelenebilir Homo Economicus denen bir insan modeline dayanan bu görüşte, insanın 'yarar/kazanç' arayışında olduğu ve insan davranışlarını bu güdünün yönlendirdiği varsayılmaktadır Faydacılık, Bentham'ın terimleriyle toplum yaşamının her alanında "en büyük sayının en büyük mutluluğu' ilkesine dayanmaktadır Ona göre her mutlulukta iki koşul vardı: Hazzın varlığı ve acının yokluğu En doğru davranış, en büyük erdem, hazzı en fazla çoğaltan ve acıyı en çok azaltan davranış ya da erdemdir Bu ise mutluluğu en çok paylaştırandır İnsan kendi mutluluğunu arar ve aramalıdır Eğer insan başkalarının mutluluğunu kendisininkinden daha fazla sevseydi, çok olumsuz sonuçlar doğardı Başkalarına mutluluk sağlamak için kendi mutluluğundan vazgeçmek normal bir davranış değildir Haz/zevk iyidir, elem/acı ise kötüdür Yasa yapıcılar 'olabildiğince çok sayıda ve olabildiğince çok mutluluk' sağlamalıdır Bunun için ise faydacı hesabı kullanmalıdır Bentham, zevk ve acıların değerini, onların sürekliliğine, şiddetine, yakınlığına, kesinliğine, yaygınlığına ve sonuçlarına bağlayarak detaylı psikolojik analizler de yapmaktadır Burada hedonizme dayalı bir ahlak anlayışı vardır ve bu ahlak, erdemi, yarar sağlayan hareketlere bağlamakta ve bireylerin mutluluğunu temel almaktadır XVIII ve XIX yüzyıl liberal düşünürleri, Homo Economicus postülasına ve ekonomik liberalizme dayalı bir toplum ve insan teorisi geliştirmek istemişlerdir Ancak bu anlayışı bireysel davranış planına taşıyamamışlar ve bireysel ve sosyal düzeyleri birbiriyle eklemlendirmeyi başaramamışlardır Homo Economicus'un psikoloji alanındaki uzantısı, XIX yüzyıl sonunda pekiştirme teorilerinde ortaya çıkmıştır Deutsch ve Krauss'a (1974) göre pekiştirme teorileri, behevyorist metodoloji, çağrışımcılık ve hedonist motivasyon ilkeleri şeklinde üç temel dayanak üstünde gelişmiştir İnsanın hakim güçlerinin zevk ve acı olduğunu öne süren hedonizmden hareketle pekiştirme teorisyenleri de, Uyaran - Tepki zincirinin oluşumunda birer pekiştirme ve doyum faktörü olan ödül veya zevkin belirleyici bir rol oynadığını kabul etmektedirler Bu görüş kronolojik sırayla ilk ifadesini Thorndike'da (1898) bulmakta ve etki yasası denilen psikolojik bir yasaya dönüşmektedir: "Zevk iz bırakır, acı ise siler" Bir adım daha ileri gidildiğinde, aynı görüş, davranışı ödüle ulaşmanın aracı gibi kavramsallaştıran edimsel şartlanma paradigmasında bulunmaktadır Faydacı ya da hedonist perspektif, değişik terimlerle ifade edilse de, XX yüzyıl boyunca psikolojide ve sosyal psikolojide varlığını sürdürmektedir (Plon, 1972) Hull, Miller ve Dollard, Skinner, Homans, Thibaut ve Kelley ve oyun teoris-yenleri, bu çerçevede anılabilir. Faşizmin Kitle Psikolojisi Wilhelm Reich (1933) tarafından ortaya atılmış olan 'Faşizmin Kitle Psikolojisi' kavramı, faşizme ilişkin bir anlayışın ifadesidir ve Reich'in klasikleşmiş eserinin de adıdır Reich'a göre, faşizm, bir politikanın veya ekonomik bir durumun veya bir kişi ya da ulusun ürünü değildir Faşizm, bilinçaltı bir yapının ortaya çıkışıdır ve kitlelerin cinsel doyumsuzluğuyla açıklanabilir. Fenotip Fenotip (phenotype) kavramı, bir bireyin görünür özelliklerini ifade etmektedir Daha geniş bir ifadeyle fenotip, bir organizmanın, hem kalıtımsal, hem de çevresel ve tarihsel etkilerden kaynaklanan gözlenebilir nitelikteki özelliklerini kapsamaktadır. Frankfurt Ekolü Frankfurt'ta 1923'te kurulan Sosyal Bilimler Enstitüsü (Institut für Sozialforschung) bünyesinde toplanan ve sosyal bilimlerin çeşitli dallarında çalışan bir grup araştırmacının oluşturduğu Frankfurt Ekolü, sosyal bilimlerin tarihinde önemli bir kilometre taşı olarak nitelendirilebilir Ekolün mensupları arasında Theodor W Adorno, Max Horkheimer, Walter Benjamin, Herbert Marcuse, Leo Löwenthal, Henryk Grossmann, Kari Wittfogel, Friedrich Pollock, Eric Fromm ve Jürgen Habermas gibi isimler yer almaktadır Frankfurt Ekolü mensupları, Ortodoks Marksizm ve onun ekonomik determinizmine karşı çıkarak, ideolojik ve psiko-sosyal faktörlerin önemine dikkat çekmişlerdir Onlara göre kapitalizm kendi çelişkilerinin bir kısmını çözmüştür Tekelci burjuvazinin ihanet ettiği hümanist değerleri gerçekleştirmekle görevli işçi sınıfı mevcut düzenle bütünleşmiştir (örneğin güçlü bir işçi sınıfının bulunduğu Almanya'da nazizmin yükselişi); diğer yandan liberal birey ve onun bireysel etiği, çeşitli faktörlerin (iki savaş arasında tekelci ekonominin etkinliği, anti-bireyselci faşizmin yükselişi ve sonunda kapitalist düzenin kontrolüne girmesi ve benzeri olgular) etkisiyle krize girmiştir Bu gelişmeler, ancak psiko-sosyal faktörleri hesaba katan bir analiz çerçevesinde anlaşılabilir Marshall'a (1999) göre Frankfurt Ekolünün geliştirdiği 'eleştirel teori'de (Kritische Theorie), araçsal akıl denilen ve özel olarak modern sanayi toplumunun gelişmesi sürecinde gözlemledikleri totaliter tahakküm biçimleri, incelenmesi gereken asıl alanlar olarak vurgulanmıştır Dünyaya sömürü temelinde bakan, olgu ve değerleri birbirinden ayırıp değerleri ikinci plana iten araçsal akıl, sanayi toplumlarının tipik özelliğidir. Frustrasyon Erotik problem ve davranışların aydınlatılmasına ilişkin bir psikanaliz kavramıdır Latince'de Frustra boşuna, nafile; Frustration engelleme, feragat etmek, reddetmek; Frustieren bir ümidi yok etmek anlamına gelmektedirler Sigmund Freud'un ortaya attığı psikanaliz kuramında bu kavramla kastedilen şey eğilimlerin, içgüdülerin, dürtülerin, ihtiyaçların, umut ve amaçların istenmeksizin itilmesi, engellenmesi zorunluluğu, yani Freud'un «haz ilkesi» adını verdiği şeyin «gerçeklik» ilkesi ile çatışarak, gerçeklik ilkesinin baskın çıkması halidir Cinsel isteklerinden, cinsel yakınlık duyduğu kişilerden, kişiliğine gösterilmesi gereken saygı ve anlayıştan, yaşamı süresince gerçekleştirmeye çabaladığı isteklerinden sürekli olarak vazgeçmek zorunda kalan kişi, gerek gövdesel gerekse ruhsal yönden yıpranacaktır Önemli olan bu «vazgeçme» durumunun, başkaca deyişle, fedakârlık yapma zorunluluğunun sık sık yenilenip yenilenmemesidir Yoksa her frustrasyon hastalığa yol açacak olsa, dünya bir sanatoryum olurdu, insanlar toplu yaşayabilmek, yani toplum kurallarına uyabilmek için isteklerinin büyük bir bölümünü dizginlemek (yani, bilinçaltında egemen olan haz ilkesini değil de, toplum içinde egemen olan gerçeklik ilkesini izlemek) zorundadırlar Doğa insana bu gerekliliğin bilincine varabilmek ve isteyerek fedakârlığa katlanabilmek için aklı vermiştir Ama bundan daha da önemli olan kişinin gelişimi sırasında fedakârlığa fazla sarsıntı geçirmeden katlanabilmeyi öğrenmesidir Bu yetenek daha çocukluk yıllarından edinilmektedir Çocuk ilk frustrasyonu memeden kesilince yasar Genel olarak çocuk bu kesilmeye katlanırken de, aynı zamanda ana sevgisinden de yoksun kalırsa, frustrasyon'un zararlı etkisi belirir, ilerde, yetişkinlerin isteklerini dizginleyememeleri, aşırı saldırgan ya da tersine aşırı çekingen olmaları hep bu çocuklukta meydana gelmiş zararlı etkilerin sonucudur, ilerde yaşam koşullarına karşı gerekli tepkiyi gösterebilecek bir kişiliğin gelişmesi için sevgi, iyilik ve anlayışla bezenmiş bir çocukluğun yaşanmış olması gereklidir Freud modern toplumun fedakârlık temeli üzerine kurulmuş olduğunu görmüş ve hattâ frustrasyon'un bir yerde yaratıcı gücün doğmasına neden olduğunu ileri sürmüştür Cinsel isteğini dilediğince doyuramayan insan, birikmiş gücünü (libidosunu) başka yanlara yönelterek güzelin yaratılmasına, bilinmeyenin arattırılıp bulunmasına harcayabilir Günümüzde Frustrasyon kavramı yanlış bilindiğinden «anlaşılamayan» kadın için kullanılmaktadır Cinsel birleşmede kadının orgazma ulaşamaması Frustrasyon'u açıklayan en iyi örnektir Erkek çoktan doyuma ulaşmışken, kadın cinsel zevkin ancak yarısını tatmıştır Bu halin gövdesel ve ruhsal yapıyı yıpratacağı kuşkusuzdur. Gecikmeli Etki Gecikmeli etki, psikolojik olguların zaman içinde özel bir seyir türünü ifade etmektedir Örneğin çeşitli psiko-fizyolojik değişkenlerin etkisiyle dikkat düzeyi veya motivasyon düzeyi gibi değişkenler, genellikle zaman içinde gittikçe azalan bir seyir izlerken bazı olgular bunun tersine bir seyir izlemekte, yani önceleri etkisiz görünen bir değişkenin etkisi, belirli bir uyuma süresi ardından daha sonra ortaya çıkmaktadır Bunun en bilinen örneklerinden birisi ikna edici mesajların (genelde etkisi zamanla azalmakla birlikte), bazen, bir süre sonra tutum değişimine yol açtığının gözlenmesidir (Pratkanis, Greenwald ve ark 1988) Gecikmeli etki olgusu, alınan mesajın aksi yönde bir karşı etkinin (örneğin vericinin manipülasyon niyeti taşıdığının söylenmesi) verilmesi, ancak bu karşı mesaj zamanla unutulurken, ilk mesaj öğelerinin hatırlanmasına bağlanarak açıklanmaya çalışılmıştır Bir başka deyişle birbirine karşıt iki mesajın unutulma hızlarındaki farklılık, gecikmeli etkiye yol açmaktadır. Genotip Genotip (genotype) kavramı, bireyin her türlü çevre etkisinden bağımsız olarak sahip olduğu kalıtımsal özellikler bütününü ifade etmektedir Bu özellikler bütünü, bireyin DNA'sında mevcut genlerin özel bir bileşkesidir. Geştalt Wertheimer, Koffka ve Köhler gibi psikologların yaklaşımlarının merkezî kavramı olan geştalt, görsel algıda çevresel uyaranların örgütlenmiş biçimi olarak tanımlanabilir Algılamak, gerçeklikte biçimler, yani geştaltlar ayırdetmektir, bir başka deyişle gerçekliğin üstüne bilinen geştaltlar/biçimler yansıtmaktır Örneğin hilal biçimindeki bir şey, tek başına tam bir obje gibi değil, daha ziyade bir parçası eksik, yarım bir daire veya çember (tam veya doğru biçim) olarak algılanır Aynı şekilde kareler, üçgenler, dikdörtgenler, diğer düzensiz poligonlara göre daha 'tam veya doğru biçimler' olarak algılanır. Günlük Psikoloji Günlük psikoloji (lay psychology), akademik psikolojiye karşıt olarak naif psikolog durumundaki insanların günlük yaşamlarında diğerlerinin davranışlarını açıklamak ve öngörmek için geliştirdiği psikolojik bilgiler, kavramlar, teoriler ve akıl yürütmeleri kapsamaktadır Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Renan Yanıtlama zamanı: Nisan 30, 2013 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Nisan 30, 2013 Göreceli Yoksunluk Göreceli yoksunluk (relative deprivation) kavramı, birey veya grupların beklentilerinin konusu olan şeylerden mutlak yoksunluğundan ziyade, diğerlerine kıyasla, yani göreceli yoksunluk algısını ifade etmektedir Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, göreceli yoksunluk kavramı, engellenme-saldırganlık modelinin yeni bir yorumunu içermektedir Göreceli yoksunluk, çoğu kez bir toplumda kaynakların paylaşımı veya yeni kazanımlar konusunda beklenti düzeylerinin yüksek olduğu durumlarda, paylaşım az çok eşitlendiği veya tesviye edildiğinde ortaya çıkmaktadır; bu, gerçeklikle ilişkisi zorunlu olmayan bir eksiklik, engellenme ya da mağduriyet duygusudur Bu tür durumlarda, kişiler kendi statü veya kazanımlarını, ya hakkettiklerine inandıkları düzeye göre, ya da diğerlerininkiyle karşılaştırarak kendi paylarım onlarınkine göre daha az veya küçük olarak algılamaktadır Bazı yazarlar (Runciman, 1966) bireysel ve kolektif düzeyde yaşanan göreceli yoksunluk duygularını birbirinden ayırdetmektedir Kolektif göreceli yoksunluk, bir grubun üyelerinin, grubun mevcut durumu ile hakkettiğine inandığı durum arasında bir çelişki algılamaları halinde yaşanmaktadır Kolektif protesto hareketleri ve kolektif talepler, bireysel göreceli yoksunluktan değil, kolektif göreceli yoksunluk algısından kaynaklanmaktadır Burada, grubun diğer gruplara kıyasla gerçek durumu önemli olmadığı gibi grup içinde de tek tek üyelerin kişisel durumu da önem taşımamaktadır, hatta çoğu zaman başkaldırı hareketlerine katılan grup üyelerinden bazıları, kişisel olarak yüksek bir sosyal statüye veya yüksek başarı düzeyine sahip görünmektedirler (Guimond ve Dube-Simard, 1983). Hale Etkisi İzlenim oluşturma alanında (ve iletişim araştırmalarında) sıklıkla değinilen hale etkisi (halo effect) bireyin karşısındaki kişi hakkında olumlu veya olumsuz bir görüşe varmak isterken onun kişiliğinin sadece belirli bir çizgisini dikkate alma ve onun genel tutum ve davranışlarını salt bu kanısına göre değerlendirme eğilimidir Araştırmalar, bireylerin birbirleri hakkında sadece belirli bir kişilik özelliğine göre oluşturdukları izlenimlerin oldukça etkili olduğunu göstermektedir Kişiler arası etkileşimlerde sıklıkla gözlenen bu olgu, diğerine ilişkin değerlendirme ve yargılarımızda önemli bir hata kaynağıdır. Hawthorne Etkisi Endüstri psikolojisi tarihi bakımından büyük önem taşıyan Hawthorne araştırması, 1927 ile 1932 yılları arasında Harvard Üniversitesi'nden bir grup psikolog tarafından Chicago yakınlarında Hawthorne'da Western Electric'te yapılan ve grup dinamiklerine dikkati çeken ünlü bir çalışmadır Araştırmada ilk olarak çalışma koşulları, örneğin aydınlanma düzeyi ile verimlilik arasında pozitif bir ilişki olduğu saptanmıştır İkinci olarak iki değişken arasında ters yönde ilişki aranmış ve aydınlanma düzeyinin azaltılmasına rağmen verimliliğin yine arttığı saptanmıştır Bu sonuçlar grup olgusuyla açıklanmıştır Buna göre, işçilere gösterilen ilgi, onların moral düzeyini ve öz saygılarını yükseltmiş ve bu duygu (örgüte gerekli bir insan olmaktan duyulan doyum), çalışanların, dış koşullardan bağımsız olarak işe yönelik motivasyonlarını korumaları sonucunu doğurmuştur Bir başka deyişle işçilerin, kendilerine dikkat edildiğini bilmeleri, randımanlarını artırmalarına yol açmış gibi görünmektedir Bu sonuç araştırmanın ilk amacıyla ilişkili olmamakla birlikte, çok önemli görülmüş ve bu olgu, Hawthorne Etkisi adıyla popüler olmuştur Daha sonraki yıllarda Hawthorne Etkisi'ne yol açan koşulların neler olduğu konusunda pek çok araştırma yapılmış, ancak açık seçik bir sonuca varılamamıştır Dickson ve Roethlisberger (1966), 17 faktör ve üç büyük ara değişken öne sürmüştür: İnceleme konusuna özel olarak dikkat edilmesi, deneklerin bir araştırmaya katıldıkları bilincinde olmaları ve deneysel görevin yeniliği Daha yakın yıllarda Adair ve arkadaşları (1989), Hawthorne Etkisi'ni araştıran çalışmalarda bu üç boyuta dikkat edilip edilmediğini kontrol etmiş, fakat inandırıcı sonuçlara ulaşamamıştır Dikkate alınan koşullar, bu tür bir etkiye otomatik olarak yol açmamaktadır Sonuç olarak, problem ortada durmaktadır. Heuristikler Heuristik, özgül sorunların çözümü için kullanılan bir bilişsel süreçtir Terim, eğitim alanında bir öğrenciye, öğretilmek istenen şeyi onun bulmasını sağlama yöntemini veya bilimler sisteminde, olayların keşfini konu alan bilim dalını ifade etmek için kullanılmaktadır Heuristik terimi, sorunlar karşısında doğruluğu kesin olmayan, ama çoğu kez etkili görünen bir takım cevaplar oluşturma yollarım işaret etmektedir Bu yollar, etkili olmadıklarında, sistematik yargı yanlılıklarına (bias) yol açmaktadırlar Bu anlamda heuristik kavramı, yargı yanlılıklarına göndermektedir Sosyal psikolojide (Tversky ve Kahneman, 1974; Kahneman Slovic ve Tversky, 1982), günlük psikoloji alanında kullanılmaktadır Heuristikler, özellikle belirsizlik durumlarında karar verme söz konusu olduğunda, bireylerin spesifik problemleri çözmek üzere kullandıkları bilişsel süreçlerdir Bu süreçler içersinde, çoğu kez çaba ekonomisi uygulanmakta ve kısa yoldan, basitleştirici stratejiler izlenmektedir Örneğin, veri veya enformasyonların tümü dikkate alınmamakta, yetersiz verilerle yetinilmekte, tüm seçenekler gözden geçirilmemektedir Sonunda az çok kabul edilebilir, fakat yanlı sonuçlara ulaşılmaktadır Bu açıdan zihinsel kestirmeler olarak beliren heuristikler, rasyonel yaklaşımlarla karşıtlık göstermektedir Bunun klasik bir örneği vardır Diyelim ki size, kilitli bir kapıyı açmak üzere, doğru anahtarın da içinde bulunduğu bir tomar anahtar verilse, heuristiklerden birisi, kilidin şekline bakarak buna benzer görünen anahtarları denemek olabilir Rasyonel tutum ise anahtarları bir bir denemektir Birinci halde kısa yoldan bir çözüm bulunabilir veya bulunamaz Ama ikinci halde, çözüm kesindir Araştırmacılara göre en sık rastlanılan heuristikler, örnekleme, kolay ulaşma, simülasyon ve referans heuristikleridir Örnekleme heuristikleri (representativeness heuristic) durumunda, bir kategorinin öğelerine ilişkin istatistiksel enformasyonları dikkate almayıp özel bir niteliğe ağırlık verilmesi ve benzerliklerin öne çıkarılması söz konusudur Bunun klasik örneği, avukatlar ve mühendisler deneyidir Bu deneyde bir grup deneğe, belirli bir popülasyonda avukatların oranının % 30, mühendislerinkinin % 70 olduğu bilgisi verilmektedir Ardından bu popülasyondan bir kişinin portresi çizilmektedir; "Kemal Bey 40 yaşında, evli ve üç çocuk babası Yerel politikayla ilgileniyor ve el yazması kitap koleksiyonu yapıyor Tartışmayı seviyor ve güzel konuşuyor Sizce Kemal Bey'in avukat olma olasılığı nedir?" Deneklerin çoğunluğu, Kemal Bey'in avukat olma olasılığını %90 olarak tahmin etmektedir İkincisi, kolay ulaşma heuristikleridir (availability heuristic) Burada bir bütün içersinde çeşitli öğelerin bulunma frekanslarını dikkate almak yerine bulunması kolay öğeleri öne çıkarmak söz konusudur (Örneğin bir denek grubuna, k harfinin Türkçe'de kullanılma oranları verilse ve ardından, bu harfin, sözcüklerin ilk veya üçüncü harfi olarak bulunma olasılıklarından hangisinin daha yüksek olduğu sorulsa, söz konusu heuristik nedeniyle denekler, muhtemelen birinci harf olma olasılığının daha yüksek olduğunu öne süreceklerdir Veya etrafınızda birkaç kişide belirli bir marka arabanın bulunduğunu dikkate alarak, bu markanın daha popüler olduğunu söylüyorsunuz Üçüncüsü, simülasyon heuristikleridir Bunlar gelecekte olacak veya geçmişte olmuş olan bir şeyi belirlemek söz konusu olduğunda kullanılırlar Örneğin bir arkadaşınızla randevunuza geç kaldınız Size sorulsa "arkadaşınız ne yapmıştır?" Bu soruya, cevap vermek için, daha Önce, onun çeşitli durumlarda tanık olduğunuz tepkilerini dikkate alarak bir tür simülasyon yaparsınız Muhtemel seçenekleri saptar (beklememe, öfkelenme, küsme, kaygılanma) ve yargınızı verirsiniz Dördüncüsü referans heuristikleridir Bunlar, hakkında hiçbir enformasyona sahip olunmayan konularda, daha önceden bilinen bir referans noktasından hareketle yargıda bulunmayı ifade ederler Burada, bilgi sahibi olmadığınız bir konuda, belleğinizde mevcut bir veriyi, 'demirleme' noktasını ya da kıyas noktasını temel alarak tahminde bulunuyorsunuz Örneğin herhangi bir kişinin fiziksel olarak ne kadar aktif olduğunu belirlemek için kendi fiziksel faaliyet düzeyinizi ölçü olarak alabilirsiniz Veya 'şahsen görmediğiniz bir futbol maçında kaç seyirci olduğunu tahmin için, daha önceki bir bilginizi (maç yapan takımın popülerliği veya daha önce gördüğünüz bir karşılaşma, vb) kullanabilirsiniz Yukarda özetlenen dört heuristik dışında, çeşitli yazarlar tarafından karar verme ve problem çözümü konusunda ortaya konmuş başka heuristikler de vardır; örneğin araştırma heuristikleri gibi. Heyecan Heyecan, psikoloji tarihinde zamana bağlı olarak farklı şekillerde ele alman ve tanımı oldukça güç olan kavramlardan biridir Başlangıçta fonksiyonalist-biyolojik perspektiften tanımlanmaya çalışılmış, daha sonra bilişsel süreçler açısından yaklaşılmıştır Genel olarak heyecan, aktüel duygusal durumda bir kesinti, bir değişiklik olarak meydana gelmekte ve bir takım belirgin tepkiler seti halinde ortaya çıkmaktadır Örneğin fizyolojik değişiklikler, yüz ifadelerinde değişmeler, belirli bir yönde eyleme yöneliş gibi Uzmanlara göre duygusal sürecin hangi anında heyecanın ortaya çıktığım netlikle söylemek, yani heyecanın gerek ve yeter koşullarını saptamak zordur ve heyecanın bu perspektiften doyurucu bir tanımı yapılamamıştır Bunun yerine prototipik bir tanım yolu seçilmiştir (Fehr ve Russell), yani bireyin davranışları bir takım belirtilerin (fizyolojik, sübjektif, davranışsal tepkiler ve yüz ifadeleri) yüksek düzeyde veya şiddette görülmesi halinde heyecan olarak adlandırılmaktadır Heyecan anı, duygular dünyasının en belirgin bir şekilde farkedildiği an olmaktadır Literatürde heyecansal durumların çeşitliliği ve dilin duygu vokabülerinde yansıyan türlülük, esas olarak ve büyük ölçüde iki boyutlu bir uzayda temsil edilmektedir Bunlar iyi-kötü (rahatlatıcı-rahatsızlık verici) ile güçlü-zayıf eksenleridir Ancak heyecanları, kategorilere bağlamak da mümkündür; Darwin'den esinlenen ve insan türünün temel heyecanları kapsayan bir heyecan repertuvarıyla donanmış olduğunu varsayan bazı yazarlar, biyolojik perspektiften hareketle sınırlı sayıda heyecan ayırdetmektedir Örneğin yüz ifadeleri konusundaki çalışmalarıyla tanınan Ekman temel heyecanlar olarak sevinç, şaşırma, öfke, korku, üzüntü, tiksintiyi saymakta, bazıları bunlara ilgi, utanma ve suçluluğu eklemektedir Heyecanların anlaşılmasında, bir diğer perspektif, bilişsel niteliklidir Bu perspektif oldukça çeşitli teorik çalışmalara yol açmıştır Bunlar arasında 'heyecanın kör bir biyolojik süreç olmadığı ve durumun birey tarafından değerlendirilmesinin sonucu olduğu' görüşü (Schachter ve Singer); heyecanların ortaya çıkışında 'bilişsel süreçlerin rolünü vurgulayan' görüşler (appraisal theories) (Frijda, Lazarus, vb); 'davranışın seyrinin kesintiye uğramasının rolünü vurgulayan' görüşler (discrepeancy theories) (Mandler, Miller, Oatley vb); 'şemaların rolünü öne çıkaran' görüşler (schemaüc theories) (Bower, Leventhal, vb) sayılabilir. Heyecansal Bilgi Bazı yazarlara göre, günlük yaşamda heyecanın ortaya çıkış anında, ona eşlik eden koşullar, olaylar, yer, zaman, davranışlar, aktörler, fizyolojik belirtiler, yüz ifadeleri gibi öğeler, epizodik bellekte temsil edilmekte ve bir şema oluşturmaktadır Her yeni heyecan, bir takım yeni öğeler seti halinde belleğe yerleştirilmekte ve böylece bir tür veri bankası oluşmaktadır Heyecansal bilgi, belirli bir duruma karşı heyecansal tepki gösterilip gösterilmeyeceğini ya da heyecanın hangi biçimi alacağını belirleyen bu veri bankasını ifade etmektedir Bireyin alıcı veya verici olarak doğrudan yaşantıları sonucu oluşturduğu bu veri bankası, sürekli genişlemekte ve genişledikçe de heyecan sürecindeki rolü artmaktadır Araştırmalar, heyecansal bilginin beslendiği çeşitli kaynaklar arasında sosyal etkileşim, kültür ve iletişimi saymaktadırlar Heyecanlar bir bakıma sosyal durumlara bireysel tepkilerdir ve bu anlamda sosyal etkileşim sürecinde, kültürel normlar çerçevesinde ve bireyler arası iletişim içinde şekillenirler Sosyal yaşamı etkileme potansiyeline sahip olmaları bakımından, her kültürde sosyal bağlama, koşullara göre tanımlanmış yollardan ifade edilirler; nitekim bazı yazarlar heyecanların sosyal inşasından söz etmektedirler. Hümanist Psikoloji Felsefî temellerini fenomenoloji ve varoluşçulukta bulan ve May, Maslow ve Rogers'ın çalışmaları etrafında gelişen hümanist psikoloji, genel bir deyişle, insana ve insanın gelişimine önem veren bir yaklaşımdır İçebakışçı geleneğe dayanan bu yaklaşım, insan bilincinin, benlik kavramının, özgür seçim yapma yeteneğinin önemi üzerinde ısrarla durmaktadır Bu anlamda behevyorizmin ve psikanalizin insan davranışının açıklanmasında temel aldığı çevresel etkenleri ve bilinçaltı dürtülerin etkilerini belirleyici görmemektedir Dışsal ve geçmiş etkenlerden ziyade burada ve şimdi olanı vurgulamaktadır Buradan hareketle, insan doğasının iyi olduğunu ve kendini gerçekleştirme eğilimi taşıdığını, yani hem kendini, hem de potansiyellerini gerçekleştirmeye çalıştığını öne sürmektedir Hümanist psikoloji 1960'lı yıllarda endüstri ve örgüt psikolojisi alanında popüler olmuştur Nitekim bu yaklaşıma bağlı araştırmacılar, birey ve grupların tutumlarını öne çıkararak bireylerin iş doyumunu ve verimliliği artırmaya yönelik 'insan ilişkileri' teknikleri uygulamalarını başlatmışlardır Hümanist psikoloji, uzun vadede, toplum ve örgütlerde çatışmalardan uzak, sağlıklı bir sosyal iklim ve ahenkli ilişkilerin oluşmasına katkıda bulunmayı hedeflemekte ve verimliliğin bunların sonucu olduğunu öne sürmektedir. Hümanizm Çağlara göre farklı anlamlar yüklenen hümanizm terimi, etimolojik kökeninde (humanitas) insan doğasına ilişkin özellikler bütününü ifade ederken, rönesansta insan sevgisi (fılantropi), ardından insanlığını Antikitede bulan okumuş / aydın insanın durumu ve XVII yydan sonra tüm insanlar anlamıyla öne çıkmış; XIX yyda ise hümanizm olarak şekillenerek belirli bir teori, bir anlayış ifadesine dönüşmüştür (G Roche, 2002) 1874 tarihli Littrd sözlüğünde 'bir kişinin gelişmesini amaç edinen doktrin' olarak tanımlanmaktadır Bu anlamda hümanistler, daima insanın gelişmesi, mükemmelleşmesi, özerk ve özgür düşünceli olması peşinde koşmuşlardır Ve bunun yolunu, Antikitenin değerlerine dönüşte görmüşlerdir Bu süreçte hümanizm etik yanıyla sivrilmiş, daha somutçası insanı baskılardan kurtarma, özgürleştirme dinamiği, iyi insan yaratma iradesi olarak öne çıkmıştır Günümüzde de bu model varlığını sürdürmektedir, ancak salt bilgi düzeyinde kalmayarak, politik, entelektüel ve moral düzeyde de işlerlik kazanmaktadır Kavramın tarihsel serüveni ve farklı kullanımları gözden geçirildiğinde, hümanizm kavramının, insanî gelişme, mükemmelleşme; özerklik, tolerans ve laiklik; kozmopolitlik ve barışseverlik; insancıl (humaniter) eylemler ve insanlık; uygarlık ve bilgi; angajman ve sorumluluk gibi boyutlar içerdiği görülmektedir. Imago mago terimi, psikoloji literatürüne Jung (1912) tarafından sokulmuş ve bireyin, anababası hakkındaki imajını ifade etmesini sağlayan bilinçdışı temsil anlamında kullanılmıştır Jung bu kavramı, XIX yy başında romancı Cari Spitteler'in Viyana psikanaliz çevrelerinde büyük sükse yapan; kendisine acı çektiren burjuva bir kadının yerine hayalinde arzu ve fantazmlarına uygun bir kadın yaratan genç bir şairin hikayesini anlatan Imago adlı romanından esinlenerek oluşturmuştur O dönemde, insanı hem yıkıcı ve hem de esin kaynağı olan kadın teması, romandan (örneğin 1903'te yayınlanan ve Freud tarafından da yorumlanan Gradiva adlı roman) resime (sürrealistler) önemli bir yer tutmaktadır Roman Jung'un da ilgisini çekmiş ve imago kavramını oluşturmasına temel olmuştur (Roudinesco ve Plon, 1997). Jestbilim Jestbilim ya da kinesik, jestlerin incelenmesini konu alan bir bilim dalıdır Kurucusu Ray Birdwhistell, iletişimin çok boyutlu bir sosyal süreç olduğunu öne sürerek, iletişimin sözel olmayan yanlarına dikkati çekmiş ve Palo Alto Ekolü'ne esin kaynağı olmuştur Ona göre, 'genel olarak iletişimde ve örneğin âşıkların ritüelinde, vücut ve jestlerin önemi büyüktür' Birdwhistell, 1959 tarihli dokuz saniyelik bir filmde Bateson'un bir genç kadının sigarasını yakışını incelemiş ve 'dil ve jestlerin uyumlu bir çift oluşturduğunu' göstermeye çalışmıştır. Johari Penceresi Johari Penceresi, kendini açma ve öz saygı süreçlerinin analizinde kullanılan bir araçtır Johari Penceresi, insanın kendisi hakkında kendisinin bildikleri ve diğerlerinin bildikleri şeklinde benlik bilincinin iki boyutunun kesişmesinden oluşan dört bölüme ayrılmaktadır Bunlardan serbest bölge, bizim açık seçik yanlarımızı, açıkça yaptıklarımızı ve kim olduğumuza ilişkin herkese açık bilgileri; karanlık bölge, diğerlerinin bizim hakkımızda bildiği, fakat bizim bilmediğimiz yanlarımızı; saklı bölge, kendi hakkımızda bizim bilip diğerlerinin bilmediği şeyleri, mahrem saydığımız yanımızı; meçhul bölge ise kendi hakkımızda hem bizim, hem de diğerlerinin bilmediği yanlarımızı kapsamaktadır. Kanaat Kanaat (opinion), belirli bir obje hakkındaki bir önermenin doğru olduğuna ilişkin inançları, bir diğer deyişle doğru olarak benimsenen inançları ifade etmektedir Kanaatler de doğru olabilir Ancak düşünce tarihinde logos (argümantasyona dayalı, temellendirilmiş bilgi) ile doxa (kanaat) şeklinde bir ayrım yapılmıştır Bu ayrım temelinde, çoğu kez bilimsel bilgi ya da bilimler ile kanaatler karşıtlık içinde konumlanmış, bilimin, kanaatleri aşarak geliştiği öne sürülmüştür (Bachelard'ın 'bilim, kesinlikle kanaatlere karşıdır' sözü bu anlayışı yansıtmaktadır) Kanaatler, kesin doğruluk iddiası taşımayan, dolayısıyla yanılma ihtimalini de içeren önermelerdir (Arendt'in 'demokrasiyi, kanaatler rejimi' olarak tanımlaması bu bakış açısını yansıtmaktadır) Bu anlamda tutumların sözel ifadesi olarak tanımlanabilirler, dolayısıyla belirli bir zihinsel hazırlık, yatkınlık ya da eğilim durumunu yansıtırlar Tutumlar gibi, daima belirli ve özgül bir soruna ilişkindirler ve güçleri, tutum Ölçekleri vasıtasıyla ölçülebilir. Kanaat Lideri Kanaat rehberi ya da kanaat lideri kavramı, bir grupta iletişim araçlarından gelen mesajları alıp kendi süzgecinden geçirerek grup üyelerine aktaran kişileri ifade etmektedir İletişim araştırmaları tarihinde önemli bir yer tutan kanaat lideri kavramının ortaya çıkışı, mesajların vericiden alıcıya doğrudan ulaştığını varsayan iletişim anlayışlarında bir değişikliğin de işareti olmuştur Mesajların topluma giriş ve yayılış süreciyle ilgilenen Katz ve Lazarsfeld (1955), mesajın doğrudan geniş kitlelere ulaşmadığını, alıcı kitlenin homojen olmayıp bir rol farklılaşması gösterdiğini, kitlede az sayıdaki bazı kişilerin mesajı alıp uyarladıktan sonra diğerlerine aktardığını saptamış ve 'iki aşamalı iletişim' (two-step flow of communicaüon) denilen bir İletişim modeli önermişlerdir Gerçekten de Illinois'nin küçük bir kasabasında yaptıkları araştırmalarında, insanların medya tarafından ele alınıp işlenen bazı alanlardaki (sinemaya gitme, moda, alışveriş ve kamu işleri) davranış ve tercihlerinin medyadan kaynaklanmadığı; insanların yakın dost, aile ve iş çevrelerinden bazı kişilerden etkilendikleri gözlenmiştir Araştırmacılar enformasyonların alıcı gruba girişindeki zorunlu uğrak noktası durumundaki bu kişileri kanaat rehberi olarak nitelendirmişlerdir Bunlar, genelde gruptaki diğer kişilere kıyasla, dış dünyada olan bitenden daha çok haberdardır, daha çok belge-bilgi sahibidir Araştırmada kanaat rehberlerinin kimler olduğunun saptanmasında şu tür sorular kullanmışlardır: 'Yakın zamanlarda birilerini kendi politik görüşlerinize çekmeye çalıştınız mı?', 'Yakın zamanlarda birileri size politik görüşlerinizi sordu mu?', 'Bir öğüt veya bilgiye ihtiyacınız olduğunda kimlere danışıyorsunuz? gibi Kanaat rehberleri, iletişim araçlarına kıyasla kendi grupları üzerinde daha etkili olmaktadır Zira, bireyler medyayla doğrudan temaslarında aldıkları mesajları kabul veya redde hazır ve savunma durumundayken, onunla aynı grubun üyesi olan kanaat rehberiyle karşılaşmasında günlük yaşamın doğal akışı içindedirler ve savunma sistemleri işler halde değildir; bu nedenle iknaya daha açık bir durumdadırlar İkincisi, kişiler arası ilişki enteraktif özelliktedir, yanı etkileri 'içkin'dir Şöyle ki iletişim sürecinde konuşulan kişiyle hemfikir olmama bir gerilim yaratır, psikolojik bir bedel içerir ve bu hemen anında hissedilir Hemfikir olma, paylaşma ise bir doyum sağlar Bu yüzden kanaat lideriyle ilişkide, paylaşma eğilimi yüksektir, oysa medya bu türden katılımı sağlama manivelalarından yoksundur Üçüncüsü kişiler arası iletişimde bir esneklik vardır, konuşma süreci içinde jestler, mimikler, ses tonu gibi sözel olmayan mesaj öğelerine dikkat edilerek iletişimin akışı hakkında bir fikir edinilir ve hemen anında gerekli değişiklikler (eklemeler, kısaltmalar, tekrarlar) yapılabilir, yani muhataba göre mesajları uyarlama imkanı vardır Oysa medyadaki muhabirlerin, sunucuların, tartışmacıların veya program yapımcılarının bu tür bir imkânı yoktur Kanaat rehberi alıcı durumundaki bireylerle aynı gruptandır ve bu yüzden, medyada onu çeken, ilgilendiren şeylerin diğerlerini de çekme, ilgilendirme şansı yüksektir Nihayet kişiler arası iletişimde, bazen muhataba duyulan sempati nedeniyle mesajlar, 'ince elenip sık dokunmadan' alınıp benimsenebilir (Rouquette, 1984). Kapıyı Yüzüne Çarpma Manipülasyon tekniklerinden biri olan kapıyı yüzüne çarpma (door-in-the-face) stratejisi, el alıp kol kapma stratejisinin tersi bir mekanizmaya dayanmaktadır Burada, kendisinden belirli bir şey elde edilmek istenen kişinin önce kabul edilmesi çok zor bir başka talebi reddetmesi sağlanmakta ve ardından asıl hedeflenen şey istenmektedir Daha önce bir talebi reddeden kişi, ikinci bir ricayı kabul eğilimi göstermektedir Bu olgu bir kaç şekilde açıklanmaktadır Algısal kontrast kavramına dayalı birinci açıklamaya göre, ilk talebe kıyasla ikinci talep çok mütevazı görünmektedir İkincisi, ilk ricayı reddeden kişi, olumsuz değerlendirilme (bencil görünme) kaygısına düşmektedir Üçüncüsü, karşılıklılık normuna dayanmakta ve bir isteğinden vazgeçen talep sahibinin daha azına razı olması bir tür taviz gibi algılanmakta ve tavize tavizle karşılık verme eğilimine girilmektedir. Karizma Sosyal bilimler literatürüne E Troelsch tarafından sokulan ve M Weber tarafından geliştirilen karizma kavramı, başlangıçta Katolik teolojisinde, Tanrı'nın bahşettiği spritüel bir gücü ifade etmektedir Politikayı insanlar arası egemenlik mücadelesi olarak gören Weber karizmayı, salt şiddet içermeyen bir egemenlik (domination) türü olarak kavramsallaştırmıştır Ona göre karizmatik egemenlik, liderin kişisel değerine, onun tarihsel, istisnaî veya örnek karakterine dayanır Karizmatik liderlik, rutin bir yönetim durumundan veya bir düzenden ziyade, düzen değişikliğine, hatta devrimlere gönderir; toplum veya örgütlerin normal işleyiş koşullarının dışında köklü bir değişiklik veya dönüşümleri sırasında söz konusu olur Bu tür anlarda, kitleler, iradelerini bir misyonla yüklendiğine inandıkları şef veya lidere devretmeye meylederler; liderleriyle özdeşleşmeye ve yeni davranış tarzları benimsemeye giderler Liderin manyetik alanına girdiklerinde, yaşam koşullarını aşarak farklı bir varoluşa doğru sürüklenirler Karizma, 'bir tür yüksek enerji gibidir, kriz anlarında ortaya çıkan, miskinliklere, durağanlıklara son veren, alışkanlıkları kıran bir güçtür' (Moscovici) Karizma, belirsizlik, yönsüzlük içinde kaybolduklarını hisseden insanlara, yön bulmalarını sağlayacak bir dış sabit nokta sağlar; onları ortak bir referans çerçevesi, bir hedef, bir üst amaç etrafında bütünleştirir Karizmatik liderlerin kitle üzerindeki etkileri, yasal bir güce, bir statü veya mevkiye, ekonomik kaynaklan elinde tutmaya değil, onlara atfedilen kişisel melekelere ve özelliklere dayanmaktadır; etkileri, zorlamadan ziyade iknaya, içten fethetmeye, uyandırdıkları güven düzeyine, gönüllü rızaya, insanlarla kurdukları duygusal iletişim tarzına bağlıdır Bu bakımdan, karizmatik lider, kısmen politika ve yönetim dışıdır; bir mevzuatla, bir hukukla, bir kurum mantığıyla sınırlandırılmaya uygun değildir Fonksiyonları tanımlanmış, rolleri belirlenmiş görevlilerden ziyade, özveriyle hareket eden taraftarlara, tilmizlere hitap eder Endüstriyel örgütlerde bazı yöneticiler, karizmatik güç sahibi sayılmaktadır Bu tür yöneticilerin etrafındakiler üzerinde bir çekim etkisine sahip oldukları, bir özdeşleşme modeli oluşturdukları ve daha genç yöneticiler tarafından taklit edildikleri kaydedilmektedir Günümüz örgüt literatüründe 'dönüştürücü liderlik' olarak adlandırılan liderlik (Bass, 1990) tipi, bir bakıma karizmatik liderliği ifade etmektedir. Katarsis Antik dönemde, dinsel inisiyasyon sürecinde ruhun arındırılması anlamında (Aristo) ve daha sonra klinik psikoloji alanında, önce hipnoz sırasında duygu ve heyecanların boşaltılması (Breuer) anlamında ve ardından psikanaliz ve çeşitli psikoterapilerde kullanılan katarsis terimi, sosyal olguların analizinde de az çok benzeri bir anlamda kullanılmıştır Genel olarak belirli bir arınmayı, temizlenmeyi ifade eden katarsis kavramı, çok çeşitli türden gerilimi sona erdirme, rahatlama, boşalma süreçlerine işaret edebilmektedir Katarsis terimine, sosyal psikoloji literatüründe, özellikle saldırganlık konusunda rastlanmaktadır Burada katarsis, saldırganlığın önceden ifade edilmesinin, saldırgan duygulan ve davranışları azaltması, hatta silmesi olarak tanımlanmaktadır Bu anlamıyla şiddet içeren filmlerin etkileri konusundaki tartışmalarda, canlılığını korumaktadır Bu olgu, teorik ve yaygın açıklamasını, Alman etologlarının hidrolik modelinde bulmaktadır Bu anlayışta saldırganlık, bir kaba konmuş bir sıvıya benzetilmektedir Kabın duvarlarına sıvının uyguladığı basınç, kaptaki su miktarına bağlıdır ve kaptan dışarı bir delik veya boruyla su akıtıldığında suyla birlikte basınç da azalmaktadır Aynı şekilde, bir kişinin belirli bir anda saldırgan davranış ortaya koymasının, 'saldırganlık enerjisi'ni boşaltacağı ve kişiyi daha az saldırgan kılacağı varsayılmaktadır. Kategorizasyon Kategorizasyon ya da kategorilendirme, bireylerin sosyal ve fiziksel çevrelerini kategorilere ayırmasını ve çeşitli öğeleri bu kategorilere yerleştirmesini ifade eden bilişsel süreçtir Bir başka deyişle "insanın çevresini, kategoriler halinde düzenleme etkinliği ya da sürecidir" (Tajfel) Söz konusu kategoriler, bireyin eylemleri ve tutumları bakımından birbiriyle eşdeğerli veya birbirine benzer gördüğü insan, eşya, olay grupları ya da bunların belirli niteliklerini kapsayan gruplardır Kategorizasyon süreçleri, bireyin yaşamı açısından bir dizi pratik işleve sahiptir Kategorizasyon, ilk olarak, dünyanın karmaşıklığını azaltmaya yarar Bireyin çevresini basitleştirip sistematikleştirmesine katkıda bulunarak karmaşık bir dünyayla ve dünyadaki değişikliklerle başa çıkmasını mümkün kılar İkinci olarak, karşılaşılan uyaranların anında tanınmasını ve bir düzen içine konmasını; çevreyi bölümlemeyi ve bir açıdan benzer, bir başka açıdan farklı görülen öğeleri bir araya toplamayı sağlar Böylece anlamlı, öngörülebilir bir dünyanın bilişsel olarak inşasını kolaylaştırırlar Bu sayede çeşitli şeylerle yeniden karşılaştığımız her seferinde onları yeniden öğrenmek zorunluluğu ortadan kalkar Bu bir bilişsel tasarruf imkânıdır Çeşitli objeler (insan, olay, nesne) ve özellikleri belleğe depolanıp hareketli ve kullanılabilir bir tarzda tutulur ve böylece yeni objeler için kıyas noktası işlevi görürler Üçüncü olarak, kategorizasyon sürecinde oluşturulan kategoriler, pratikte davranış ve eylemlerimizi, yani araçsal etkinliklerimizi yönlendirirler Kategorilenen uyaran veya objeler karşısında, kategori bilgilerimize göre tepkide bulunuruz Kategorizasyonun çevreyi düzenleme ve yapılandırmayı ifade eden bu yönleri özellikle fiziksel dünyaya ilişkindir Kategorizasyonun insanlara ve onun sosyal dünyasına uygulanmasını ifade eden sosyal kategorizasyon söz konusu olduğunda, başka yönleri ortaya çıkar Sosyal kategorizasyon bireyin toplum içindeki yerini oluşturma ve tanımlama anlamında bir sosyal kimlik işlevi görür (Tajfel) Bu sayede birey diğerlerinden farklılığını ve hatta daha iyi olduğunu sağlamaya, olumlu bir sosyal kimlik oluşturmaya çalışır. Kavramsal Düşünme İnsanların düşünmelerinin büyük bir kısmı belirli somut durum ya da olaylarla ilgilidir Çocukluklarında yaşadıkları evi ya da hafta sonundaki maçı düşünürler Diğer taraftan pek çok düşünme, özellikle üniversite çalışmalarında söz konusu olan düşünme, soyutlamalara ilişkindir: politika, ekonomi, felsefe, öğrenme, güdülenme ve benzerleri Bu genel ya da soyut şeylere kavram (concept) adı verilir Aracı süreçlerin kavramlar olduğu düşünmelere kavramsal düşünme (conceptual thinking) denir Kavram, cisimlerin bazı ortak ve genel özelliğini ya da niteliğini temsil eden simgesel bir yapımdır (construction); değişik birkaç durumda ortak olan bir özelliği soyutlar, insan, kırmızı, üçgen, titizlik, atom, öfke, öğrenme birer kavram örneğidir Aslında, dilimizdeki isimlerin çoğu kavram adıdır Bunun dışında kalanlar yalnızca özet isimlerdir Kavram oluşturma yeteneği insanların nesneleri sınıflamalarına olanak sağlar Kırmızı kavramı ile cisimleri kırmızı ve kırmızı olmayan diye ayırabilir, meyve kavramı ile meyveler ve meyve olmayanlar sınıf la masını yapabiliriz Seçilen özellik, sınıflamanın temeli olan kavramı oluşturur Dünyadaki özellik ya da niteliklerin sayısı pratik olarak sınırsız olduğundan, oluşturulabilecek sınıflama ya da kavram sayısı da sonsuzdur. Kendileme 1970'li yıllarda çevre psikolojisi vokabülerine giren kendileme (appropriation) terimi, çok anlamlı bir terimdir Genel olarak bir şeyi kendisi için alma, kendi kullanımına ayırma eylemini belirten kendileme, yasalar açısından, bir mekân parçası veya eşyalar üstündeki egemenlikle ilgilidir, mülk edinmeyi belirtir; teknik olarak bir eşyanın işlevsel kullanımını, yani bir işe uygun bir şeyi alıp kullanmayı belirtir; antropolojik açıdan nesnel gerçeklik, üzerinde insanın eylemde bulunduğu bir gerçeklik olarak tanımlandığında kendileme, gerçeklik üzerinde, insanın kendini gerçekleştirmesine yarayan bir etkinlik biçimini belirtir; kültürel açıdan bireyin gizil potansiyellerini gerçekleştirmesini ve değer kazanmasını sağlayan çevre özelliklerine referansla tanımlanır; psikolojik açıdan, duyumsal, devimsel ve algısal etkinlikle kendi kontrolünü tanımayı, bireyin, şeylere ve dünyaya hakim bir konumda görülmesini belirtir (Fischer, 1976) Kendileme, insanın çevreyle ilişkisinde temel bir eğilimidir, insanın bir mekân parçasına el koyması, hakim olmasıdır Mekânla yakınlık kurmaktır; mekânın çeşitli yanlarını öğrenmek, keşfetmektir; mekânı rahatlatıcı, güven verici bir yere dönüştürmektir Kendileme süreci, önce belirli bir mekân parçasının sınırlandırılması, işaretlenmesi, ardından mekânla yakınlaşmanın gerçekleşmesi ve nihayet kişisel bir mekânın inşası aşamalarını kapsar (Moles, 1976); kendileme, bakışla, mekânı düzenleme ve döşemeyle, fiziksel ve psikolojik olarak sınırlandırma ve keşfetmekle, gözleme vasıtasıyla gerçekleşir. Kendini Açma Kendini açma, bireyin kendine ilişkin bilgi veya enformasyonları diğer kişilere açma veya açıklama olgusudur Kişiler arası iletişimde önemli sonuçları olan bu olgu Johari Penceresi'nin yapısında da temel faktörlerden biridir Johari Penceresi kişinin 'kendisi tarafından bilinen' ve 'diğerleri tarafından bilinen' yanlarının çaprazlanmasıyla elde edilen dört bölge içermektedir Bu bölgeler her bir bilgi kümesinin azlığı veya çokluğuna bağlı olarak dar veya geniş olabilmektedir Genel olarak denilebilir ki kişinin kendine öz güveni ve bulunduğu ortamın güvenirliğine inancı arttıkça, dışa açılması da artmaktadır. Kendini Değerlendirme Kendini değerlendirme kavramı (self-evaluation) bir kişinin diğerini değerlendirmesi yerine kendi kendini değerlendirmesini ifade eder Genelde bu değerlendirmenin belirli bir motivasyon taşıdığı, yani kişinin kendi hakkındaki pozitif imajım korumasını sağladığı öne sürülmüştür Bu eğilim, çeşitli mekanizmalarda somutlaşmaktadır; örneğin diğerleriyle uygun sosyal karşılaştırmalara girme; yakın kişilerin başarılarını kullanma veya paylaşma; grubun efektif normlarına diğerlerinden daha çok uyduğunu gösterme (P I P Etkisi), vb. Kendini Kategorilendirme Sosyal kimlik konusundaki araştırmalar bağlamında ortaya atılan kendi kendini kategorilendirme (self-categorisation) kavramı, Turner ve arkadaşlarının (1985, 1987) grupların oluşumunun psikolojik temeline koyduğu bir kavramdır Bireyin benlik kavramı, kendini kategorilendirmeyi, yani kendini bir grubun temsilcisi gibi görmeyi içerir Bireylerin kendilerini yerleştirdikleri kategoriler farklı soyutlanma düzeyinde bulunabilir; örneğin 'bilim adamı' ve 'psikolog' gibi Bu tür kategoriler, bireysel kimlik/benlik veya sosyal kimlik/ benlikten daha az veya çok soyut olabilir; örneğin kişisel düzey ya da kendini bireysel bir varlık gibi görme (kişisel kimlik), gruplar arası düzey ya da kendini bir grubun üyesi gibi görme (sosyal kimlik) ve gruplar üstü düzey ya da kendini bir insan gibi görme Bireyin kendini yerleştirdiği kategoriler (benlik ya da kimlik kategorileri) birbirinden ayırdedici belirli niteliklerden ziyade, bulundukları düzey bakımından farklılaşırlar, zira aynı bir özellik, örneğin 'yardımseverlik', bağlama göre bireysel, sosyal veya insanî kimliğin bir niteliği olabilir Sonuç olarak bu perspektifte, kendini kategorilendirmek için kullanılan kategorilerden veya düzeylerden herhangi birisi diğerinden daha temel (basic) değildir. Kendini Sunma Bireyin diğerleri tarafından kendi benlik kavramına uygun ve çoğu kez de olumlu bir şekilde algılanma eğilimini ifade eden kendini sunma ya da benlik sunumu (self-presentation) kavramı, bireyin diğerleri önündeki davranışlarım kontrol etme ve görünümünü ayarlama çabalarını kapsamaktadır Bu çabalar, hem bireyin kendini sunma amaçlarına ve hem de muhataplarının özelliklerine göre farklılaşmaktadır Olumlu izlenim bırakmak esas olmakla birlikte, bu mümkün olamadığında, geçerli bir özür veya mazeret bulunarak, kayıplar en aza indirilmeye çalışılmaktadır Bireyin kendini istediği gibi sunabilmesi, büyük ölçüde diğerlerinin onun davranışlarına nasıl tepki vereceklerini kestirebilme ve başka rolleri üstlenebilme kapasitesine bağlıdır Benliğin davranışsal yanma işaret eden benlik sunumu, benliğin bilişsel (benlik kavramı) ve duygusal boyutlarına (öz saygı) kıyasla daha az sayıda araştırmaya konu olmuştur Araştırmalar, genel olarak kendini sunmanın farklı yol ve stratejileri üzerinde odaklaşmakta ve bunun bireyin kendine ilişkin inançlarında değişmelere yol açtığını ortaya koymaktadır Kendini sunmada izlenen amaca bağlı olarak, bazı yazarlar, 'stratejik kendini sunma' ve 'otantik kendini sunma' ayrımına gitmektedirler Birincisinde kendini sunma, izlenim yönetimini esas almakta ve burada, diğerlerinin hakkımızdaki algılarının kontrolü hedeflenmektedir Bu sunma tarzı, 'kendini uyarlama' kavramına tekabül etmektedir İkincisinde ise, diğerlerine kendimizi, makyajsız ve rol yapmadan daha iyi anlatmak amaçlanmaktadır. Kendini Uyarlama Benlik imajının kontrolü olarak da bilinen bu olgu (self-monitoring), kişiler arası ilişkilerde, diğerlerine sunulan imajın manipülasyonunu ifade etmektedir Bu ilişkilerde, diğerlerinin tepkilerine, geri bildirimlerine göre ve belirli bir etki yaratmak amacıyla benlik sunumu denetlenip ayarlanmaktadır Kendini uyarlama, bireylerin çeşitli sosyal ortamlarda kendilerini sunmalarının belirli bir tarzına işaret eder Bu tarz, diğer insanları ve durumun Özelliklerini dikkate alarak kendini diğerlerine kontrollü bir şekilde göstermeyi içermektedir Burada kontrol, konuşmanın tarz ve içeriği kadar, dış görünüşü ve sözel olmayan davranışları da kapsamaktadır Snyder bu özelliğin, kişilere göre farklılaşan bir eğilim olduğunu savunmuş ve bunun farklı düzeylerinin bir ölçek vasıtasıyla ölçülerek ortaya konabileceğini savunmuştur Bu özelliğe yüksek düzeyde sahip olanlar, bir tür 'sosyal bukalemun' olarak nitelendirilmiştir Ancak kendini bu şekilde ayarlayarak sunma, çeşitli çağ ve ortamlara göre, kültürel normlar tarafından bazen aşağılanmış ('Olduğun gibi görün'), bazen da yüceltilmiştir ("Kendine dikkat et, dikkatli davran, vb"). Keşif Yoluyla Öğrenme Bilişsel-bütüncü yaklaşıma göre öğrenme, bireyin yaşantılarına ve oluşturduğu algılara dayalı olarak konuya ilişkin bir anlayış geliştirmesidir Öğretim ise, çeşitli konu-materyal düzenlemeleriyle bireyin uygun zihinsel bir yapı oluşturmasını ve bu yapıya uygun bir anlayış geliştirmesini sağlamaktır Bir zihinsel yapının oluşturulabilmesi için yapının öğelerinin anlamlı bir şekilde ilişkilendirilmesi gerekmektedir Böyle bir yapının davranışçı kuramlarla oluşturulması olanaksızdır Öğrenmenin oluşabilmesi için, zihinsel yapıların kurulması, soyut genellemelere ulaşılabilmesi, genel kavramların oluşturulması zorunludur Bu tür yapılar daha kalıcı bir özellik göstermektedirler Örneğin, bir öğrenci, çok ayrıntılı bilgiler edinebilir Ancak, öğrendiği konuya ilişkin genel bir zihinsel yapı oluşturamamışsa, öğrendiklerini hızlı bir şekilde unutur Oysa, konuya ilişkin genel bir zihinsel yapı oluşturmuşsa, ayrıntılarla ilgili bilgiler bile bu yapıya kolayca katılabilir, yapıyla bütünleştirilebilir Bruner'in kuramı, bir öğrenme kuramından çok öğretim kuramıdır Bu kuram dört temel ilkeye dayanmaktadır: a Güdülenme b Yapı c Sıralama d Pekiştirme a Güdülenme İlkesi Bruner'e göre, bütün çocuklarda öğrenme isteği vardır Bu isteğin desteklenmesi güdülenmeyi oluşturur Dışsal güdülenme belirli eylemlerin tekrarlanmasında etkili olurken, içsel güdülenme öğrenmede sürekliliği sağlar Bu nedenle, öğrenmede içsel güdülenme daha önemlidir Çocuklarda içsel güdülenmeye yol açan üç ana etken vardır Birincisi meraktır Çocuk bu güdü ile dünyaya gelir ve yaşaması, canlılığını sürdürebilmesi için gereklidir Çocuklar, genellikle çok meraklı olurlar ve dolayısıyla sürekli konu ve etkinlik değiştirirler Okullarda bu duygudan yararlanmak ve geliştirilmesi için uygun bir öğrenme ortamı oluşturmak gerekir İçsel güdülenme altında yatan ikinci etken başarma isteğidir Bu istek gerçekleştirildikçe çocukta bir yeterlilik duygusu oluşur Başarılı ve yeterli olunan alanlara karşı ise ilgi, yani güdülenme artar Üçüncü etken başkalarıyla birlikte olma eğilimi ya da güdüsüdür Bu eğilim, çocuğun başkalarıyla işbirliği yapmasına ve işbirliği duygusunun gelişmesine yol açar Öğretmenler, işbirliğine dayalı eğitim-öğretim etkinliklerinde bu doğal eğilimden yararlanabilirler Öğrenme uzun bir süreç olarak düşünüldüğünde, öğrenmeye ilişkin seçeneklerin incelenmesi ve değerlendirilmesi gerekir Bu amaçla, öğretmenin öğrenciye çeşitli seçenekler sunması, seçeneklerin incelenmesinde ve değerlendirilmesinde yardımcı olması, onu öğrenmeye hazır duruma getirmesi önemlidir Seçeneklerin incelenmesi ve değerlendirilmesinde üç aşamadan geçilir 1 Eyleme Girişme Çocukları eyleme geçirmek için, onları öğrenme durumlarıyla ya da problemlerle karşılaştırmalıdır Ancak, problemler çok zor ya da çok kolay olmamalıdır Çocuklar çok zor problemleri almakta güçlük çekerler Bu durum da, güdülenmenin azalmasına neden olur Çok kolay problemleri ise hafife alırlar Bu nedenle, öğrencilerin karşılaşacakları öğrenme durumları, onların merakını sürekli tutacak ve başarma duygusunu oluşturacak güçlük düzeyinde olmalıdır 2 Eylemi Sürdürme Eylemlerini sürdürebilmeleri için çocuklar giriştikleri araştırma ve etkinliklerin tehlikesiz olduğunu bilmek isterler Bu yüzden, inceleme ve değerlendirme sonucunda kazanacakları avantajların karşılaşacakları risklerden daha fazla olduğuna inandırılmalıdırlar Çocuklar öğretmenin rehberliğinde sürdürecekleri etkinlikleri, kendilerinin yapacakları etkinliklerden daha az sakıncalı görmelidirler 3 Yönelme Girişilen inceleme ve değerlendirmelerin bir yönü olmalıdır Çocuklar varılmak istenen hedefin ne olduğunu, gerçekleşme düzeyini ve hedefe ne kadar yaklaştıklarını bilmelidirler Kısaca öğrencileri öğrenme için yönlendirirken üç özelliği göz önünde bulundurmak gerekmektedir Birincisi öğrencinin merakını canlı tutmaktır İkincisi uzun bir öğrenme süreci içinde olan öğrencinin desteklenmesidir Çalışmalar öğrencinin gerilimini arttırmamalıdır Üçüncüsü ise, bilginin elde edilmesi için yapılan çaba ve etkinliklerin yönlendirilmesidir Öğrencinin değişik yollar bulmasına yardım edilmelidir b Yapı İlkesi Daha önce de belirtildiği gibi, öğrenmenin oluşabilmesi için öğrenilecek konuya ilişkin bir zihinsel yapının kurulması gerekmektedir Bu yapı öğrenmeye en uygun yapı olmalıdır Başka bir değişle, herhangi bir düşünce, bir problem ya da bilgi bütünü öğrencinin anlayabileceği bir şekilde, basitleştirilerek sunulmalıdır Bu yapı, öğrencinin yaşına, yeteneğine ve yaşantılarına göre değişir Herkes için en uygun tek bir yapı yoktur Ancak, farklı öğrenme ve gelişim düzeyindeki bireyler için farklı, en uygun yapılar vardır Bruner bilgiyi basitleştirmek için yapıyı incelerken öğrenme bilişsel gelişim süreçlerini ve bilginin kazanılmasını birlikte ele almaktadır Herhangi bir konu ya da bütünsel bir bilgi en uygun bir yapı içinde sunulduğu zaman, öğrenciler tarafından kolayca öğrenilebilir Öğretmenin başarılı olması da, konuların temel kavram ve ilkelere dayandırılmasına ve bir bütünlük gösterecek şekilde yapılandırılmasına bağlıdır Böylece konunun temel öğelerinin ve bunlar arasındaki ilişkilerin kavranması yeni öğrenmelere, yeni buluşlara yol açabilir Örneğin, cümlenin temel öğelerini ve dayandığı ilkeleri kavrayan bir öğrenci, bu bilgilere dayanarak daha karmaşık cümleler kurabilir c Sıra İlkesi Bruner'e göre zihinsel gelişme basitten karmaşığa doğru bir sıra izler Dolayısıyla, ilköğretimden başlayarak, konuların da bu sıra içinde sunulması gerekmektedir Konuların gittikçe genişleyen ve derinleşen bir diziliş içinde verilmesi hem konuların öğrenilmesini kolaylaştırır hem de düşüncenin daha iyi gelişmesini sağlar Konularla bilişsel gelişme arasında paralellik kurulmazsa, konular çocuklara kolay ya da zor gelir Bu da güdülenmenin düşmesine, dolayısıyla da öğrenmenin azalmasına yol açar d Pekiştirme İlkesi Bruner'in kuramında pekiştirme önemli bir yer tutar Öğrenmede başarı pekiştirme işlemine bağlıdır Pekiştirmenin zamanlaması konusunda öğretmenler dikkatli olmalıdırlar Pekiştirme öğrenciye amacına ulaşmakta olduğunu hissettirmeli ve onu güdüleyebilmelidir Pekiştireçler öğrencinin anlayabileceği şekilde olmalıdır Bu nedenle, 6-7 yaşına kadar fiziksel ödüller sürdürülmelidir Bu yaştaki çocuklara aferin demenin pek anlamı olmaz Bruner'e göre, ideal anlamda öğrenciyi dıştan güdülemek yerine kendisini düzeltici, geliştirici bir işlev kazandırmak amaç olmalıdır Sonuçların bilinmesi öğrenmeyi, bir işi sürdürmeyi etkilemektedir Bu yüzden, öğrenmeye ilişkin sonuçlar öğrenciye verilmelidir Böylece öğrenci kendi başarısı hakkında bir yargıda bulunabilir Geribildirim öğrenci için uyarıcı bir nitelik taşımalıdır Bu amaçla da, kendi başarını durumunu değerlendirebileceği bir aşamada verilmelidir Geri bildirimin çok erken ya da çok geç yapılması, aşırı olumlu ya da aşırı olumsuz olması yarardan çok zarar getirebilir Ayrıca, geribildirimin öğrencinin kolayca anlayabileceği bir biçim ve yapıda olması da önemlidir. Kimlik Kimlik (identity), insanın kendini tanımlama ve konumlamasının ifadesidir Daha açık bir deyişle kimlik, insanın kendisini sosyal dünyasında nasıl tanımladığı ve nasıl konumladığını yansıtır; onun kim olduğu ve nerede durduğuna ilişkin bir cevaptır Bu noktadan hareketle, kimlik, bir birey veya grubun kendini diğer birey veya gruplardan ayırdedici özelliklerinin bütünü olarak tanımlanabilir Bu açıdan baktığımızda kimliğin tanımı, daima bir diğerine göre yapılır Diğerinden, Ötekinden geçer Kimlik terimi çok farklı alanlarda ve şekillerde kullanılmaktadır Bir yandan etnik, dinsel veya kültürel azınlıkların taleplerini belirtmektedir; Eski Yugoslavya'da, Rwanda'da, Kafkaslarda, vb yaşanan savaşlarda kimlik çatışmalarından söz edilmiştir Küreselleşmeye karşı tepkiler bağlamında ise kimlikçi kapanmalardan, kimliksel direnişlerden; modernleşmeye karşı tepkiler bağlamında kökten dinci kimlik arayışlarından, eski kimliklere dönüşlerden ya da kimlik regresyonlarından söz edilmektedir Ergenlik döneminde, toplumların geçiş dönemlerinde ve yabancı kültürlerden ani etkileniş dönemlerinde kimlik krizinden söz edilmektedir Nihayet toplumsal alt grupların (homoseksüeller, transseksüeller, vb), komünoter grupların toplumdaki global norm ve kurallarla ilişkisinde de, kamusal tanınma ya da kimlik iddiası konu olmaktadır Öte yandan kimliğin bir birey ya da grup için söz konusu olmasına bağlı olarak bireysel veya kişisel kimlikten ya da sosyal veya kolektif kimlikten söz edilmektedir Kimlik arayışı, bireysel yanında özel birey haklarına saygı anlamında modernite hareketine göndermektedir; bir grup veya azınlık için talep edildiğinde ise komünoter bir yan taşımaktadır Kimliğin bu iki yanı, çoğu kez çatışmalı bir özellik göstermekte; temel mantıklarında, değerlerinde ve hak taleplerinde farklılaşmaktadır. Kitle Psikolojisi Kitle psikolojisi (massenpsychologie) kavramı, Freud tarafından ortaya atılmıştır Freud, 1921'de yayınladığı Massenpsychologie und Ich-Analyse adlı (Kitleler Psikolojisi ve Ben'in Analizi) kitabında, kendisinden önce Le Bön (1895) ve McDougall (1920) tarafından ele alınan bir konuyu, daha açıkçası kalabalık veya kitle içersinde bireylerin değişmesi olgusunu kendi perspektifinden irdelemiştir Freud bu eserinde konu hakkında bu iki yazarın öne sürdüğü görüşleri gözden geçirdikten ve pek çok hususta hemfikir olduğunu belirttikten sonra, kitlenin, bireyi değiştirme kapasitesi hususunda kendi analizini ortaya koyar Ona göre bireyin kitle içersindeki değişimi, heyecanların, duyguların büyümesi ve aklın, düşüncenin gerilemesinde somutlaşır Bu konuda kalkış noktası olarak Le Bön ve McDougall'ın öne sürdüğü 'telkin' kavramı yerine, libido kavramını önerir; libido, sevgi, aşk, cinsellikle ilgili dürtülerin enerjetik kaynağıdır ve kitle ruhunun Özünü, bu tür ilişkiler oluşturur Freud ayrıca, bu iki yazardan farklı olarak, kitlenin sürükleyicisi veya önderi durumundaki şefin rolüne büyük önem verir Önderli ve öndersiz kitle ayrımı yapar; birincisi spontandır, doğal duruma yakındır; ikincisi yapaydır (dağılmasını önleyen engeller vardır), kültürün ürünüdür (ordu, kilise gibi) Freud'e göre kitlelerde iki yapısal eksen vardır: Kitle Üyelerinin şefle ilişkilerinin örgütlenmesini sağlayan dikey eksen ve üyelerin birbiriyle ilişkilerini ifade eden yatay eksen Bu ilişkiler, sevgi ilişkileridir; Freud, bunun böyle olduğunu gösteren bir kaç hususa işaret eder; ilk olarak şefin eşit bir sevgiyle tüm üyeleri sevdiği varsayılır, ikinci olarak kitlenin dağılması halinde bir panik yaşanır, üyeler kendilerini terkedilmiş, yalnızlığa itilmiş hissederler; üçüncü olarak kitle üyelerinin, kitle mensubu olmayanlara karşı düşmanlık, hatta Öfke ve kin duyarlar Bunlar Freud'ün, kitleyi oluşturan bağların libidinal nitelikte olduğu tezini desteklemektedir Bu iki eksenden dikey olanı, yatay olana kıyasla daha önemlidir, belirleyicidir Kitlenin varlığını sürdürebilmesi için, şefin varlığı zorunludur (ancak dış bir hedefe duyulan düşmanlık da şefin yerini tutabilir) Freud, analizinin sonunda şu görüşe varır Örgütlenmiş bir kitle, ikili bir sürecin sonucudur Bir yandan pek çok kişinin, Ego ideali yerine aynı bir dış objeyi ikame etmesi, yani dikey eksenin tesisi; öte yandan bu bireylerin birbiriyle özdeşleşmesi, yani yatay eksenin tesisi Birey, kitle içinde özgül bir mekanizma yoluyla dönüşüm geçirir Kitle üyelerinin her birinin, ego ideali yerine şefi koymak suretiyle narsisizmin sınırlandırılmasını kabul etmesi sonucu dönüşüm yaşanır. Kişisel Mekan Çevre psikolojisinde insan-mekân ilişkileri çerçevesinde ortaya atılan kişisel mekân (personal space) kavramı, her bireyin etrafında bulunan, sınırları savunulan, diğerine yabancı olan ve bireyin fiziksel ve bilişsel olarak hakim olduğu kişisel alanı ifade etmektedir Çevre psikologları kişisel mekânı, mesafeye benzer şekilde ve mahremiyet düzeyi yüksek bir alan olarak kavramlaştırmaktadır Burada kişisel mekân, 'kişinin etrafında bulunan ve onun vücut semasıyla bütünleşmiş çevre parçası' (Seguin) veya 'girişi korunan ve duygusal yükler taşıyan bölge' (Sommer) veya 'gerilim ya da kaygılardan kaçınmak için işgallere karşı korunan, kişilere ait olan ve vücudu çevreleyen mekân parçası' (Morval) ve benzeri şekillerde tanımlanmaktadır Çevre psikologlarına göre (Morval, 1981) kişisel mekân, sosyo-kültürel niteliklidir, bireyle birlikte yer değiştirir, esnektir, değişkendir; fiziksel yanları olmakla birlikte salt fiziksel referans noktalarına indirgenemez. Kişisel Mesafe Kişisel mesafe (personal distance) ve bunun çizdiği kişisel alan, bir bireyin kendisi ile diğerleri arasında tuttuğu koruyucu bir balon veya küreye benzetilebilecek bir tabakadır Hall'in tipolojisinde kişisel mesafe, yaklaşık olarak 45 cm ile l 25 m arası alanı (kollarını açmış iki kişinin kol mesafesi) ifade eden bu mesafe, samimi dostlara, güvenilir kişilere ve kendileriyle özel ilgilerin paylaşıldığı insanlara açılır. Komplo Zihniyeti Komplo zihniyeti terimi (conspiracy mentality), kısaca 'komplo teorileri' üreten insanların düşünme tarzlarını belirtmek için kullanılan bir terimdir Komplo teorileri, günlük yaşamda olayları açıklamak üzere üretilen örtük teorilerin özel bir türüdür Moscovici'ye (1987) göre bu zihniyetin bir takım ayırdedici özellikleri vardır: Bir grubu komplo hazırlamak ve yapmakla suçlamak; insanları, şeyleri ve eylemleri zıt kutuplu (yerli-yabancı, hukuki-hukuki değil, iyi-kötü, vb) iki sınıfa ayırmak; her şeyin hem kendisi, hem de başka bir şey olduğuna inanmak; insan davranışlarını ve eylemlerini daima niyetli görmek, vb. Konformite Konformite, diğer kişilerin veya grubun gerçek veya hayali varlığına bağlı olarak bir bireyin düşünce ve davranışlarının diğerlerinin yönünde değişmesidir Bu değişme olgusu, bireyin tek başına veya diğerlerinin önünde etkilenmesine bağlı olarak farklı şekillerde kavramsallaştırılmakta ve tanımlanmaktadır. Kültürel Psikoloji Kültürel psikoloji, genel anlamında, psikoloji ile kültürü ilişkilendiren ya da kültürü bir değişken olarak dikkate alan psikoloji çalışmalarının belirli bir tarzını ifade etmektedir Psikoloji tarihi boyunca birbirinden az ya da çok farklı çeşitli örneklen görülen ve psikolojiyi kültürle ilişkilendiren çalışmalar birkaç ana başlıkta toplanabilir: Kültürel psikoloji, yerel psikoloji, kültürlerarası psikoloji, etnik psikoloji veya etnopsikoloji, yakın alanlardan psikolojik antropoloji, karşılaştırmalı antropoloji vb Bunların içerisinde iki temel eğilim ayırdetmek mümkün görünmektedir: Kültürel psikoloji ve kültürlerarası psikoloji Biraz şematize edersek kabaca kültürel psikoloji, kültürü veya belirli bir kültür içerisinde cereyan eden davranışı, o kültürün içerisinde üretilmiş kavram ve teorilerle anlama ve kültürler arasında doğrudan karşılaştırmalar yapmaktan kaçınma eğilimindedir Kültürlerarası psikoloji ise psikoloji bilimi içerisinde daha önceden üretilmiş olan teori ve kavramlardan hareketle, ele aldığı olgunun kültürler arasında nasıl değiştiğini, çoğunlukla her bir kültürde toplanmış olan verilerin karşılaştırmalı analizine dayanarak inceler Biraz basitleştirecek olursak, kültürel psikoloji daha ziyade "kültür"ü; kültürlerarası psikoloji ise daha ziyade "psikoloji"yi vurgulamaktadır. Kültürlerarası Psikoloji Kültürlerarası psikoloji, psikolojik olguların dünyanın çeşitli bölgelerine göre farklılıklarının ve insan davranışının içerisinde cereyan ettiği kültür ile davranışın etkileşiminin incelendiği bir çalışma alanıdır Kültürlerarası psikoloji, son yıllarda, özellikle genel psikoloji ve sosyal psikoloji başta olmak üzere, kognitif psikoloji, gelişim psikolojisi, klinik psikoloji gibi alanlarda açık veya Örtülü bir tarzda kültürlere göre karşılaştırma yapma gereği hissedildikçe giderek önem kazanmaktadır Zira büyük ölçüde Batı dünyasının (Amerika-Avrupa) antropolojik eğilimlerini yansıtan halihazırdaki psikolojik bilgilerin çeşitli kültürlerde sınanması, incelenen olguların farklı kültürlerdeki görünüşlerinin veya belirli bir kültürde mevcut olmayan ancak bir başka kültürde mevcut olan yeni olguların ortaya konması ve nihayet bulguların entegrasyonu vasıtasıyla evrensel bir psikoloji bilimi oluşturulması, kültürlerarası psikolojinin başlıca amaçlan arasında yer almaktadır (Jahoda & Krewer, 1997) Modern anlamda kültürlerarası psikolojinin ortaya çıkışı II Dünya Savaşı sonrasına denk düşmektedir Bir yanda savaşın hatırlattığı etnik sorunların etkisi, öte yanda savaş sonrasında insanı ve toplumu anlamaya yönelik teorilerin belirli bir kültür dünyasının veya ulusallığın dar sınırlarından kurtarılması motivasyonu, kültürü dikkate alan çalışmaların gelişmesine neden olmuştur (Segall, Lonner & Berry, 1998) Bugün birçok yazara göre günümüzde ulusal toplulukların etnik ve kültürel açıdan giderek daha çeşitli hale gelmesi, uluslararası iletişimin artması, eğitim, iş vb nedenlerle giderek daha fazla sayıda insanın doğup büyüdüğü kültürden farklı bir kültürde yaşamını sürdürüyor ya da ikamet ediyor olması, kültürlerarası psikolojinin özellikle 1980'lerden sonra hızla kurumsallaşmasında etkili olmuştur Kültürlerarası çalışmalarda kültür, çoğunlukla bireyin davranışlarını çeşitli açılardan etkileyen bir bağımsız değişken veya bağlamsal değişken olarak görülmekle birlikte günümüzde bu biraz değişmeye başlamıştır Kognitif psikolojinin ve sosyal inşacıların teorik katkılarının da etkisiyle insana yalnızca kültürün bir ürünü, sonucu, hatta adeta kurbanı gözüyle bakma eğilimi terkedilmiş; insan, aynı zamanda onun yaratıcısı, değerlendiricisi ve yorumlayıcısı olarak da görülmeye başlanmıştır Özellikle sosyal inşacılara göre kültür, bireyin verili bulduğu bir gerçeklik değil, birey ve çevresi tarafından günlük etkileşimlerde yeniden ve yeniden üretilen bir süreçtir (Misra ve Gergen, 1993; Segall, Lonner ve Berry, 1998) Bu perspektiften hareket eden (şimdilik sınırlı sayıdaki) araştırmalarda kültür, yalnızca bir grup insanı (çoğunlukla belirli bir etnik veya ulusal grubu) tanımlama etiketi olarak bir bağımsız değişken olarak görülmediği gibi belirli bir sosyal, politik ve tarihsel bağlamı ifade eden bağlamsal bir değişken de değildir; burada, bireyin kültür üzerindeki etkisi öne çıkarılmakta ve kültür bir süreç (Greenfield), bir bağımlı değişken olarak ele alınmaktadır Kültürlerarası psikoloji yaygın olarak bireycilik-toplulukçuluk eğilimleri, değerler, iş ve çalışma değerleri, yarışma ve işbirliği eğilimleri, gruplararası ilişkiler, çatışma ve çatışma çözümü, sözel olmayan iletişim, kişilik, kişilerarası çekim, zeka, yetenek, kişilik vb testlerinin evrensel geçerliği gibi konularla ilgilenmektedir. Kıyas Düzeyi Kıyas düzeyi (comparison level), bireyin belirli bir ilişkiden elde ettiği kazanç ve kayıplarını değerlendirdiği bir kıyaslama standardıdır; bu standart onun ulaşmayı düşündüğü kazançların ve kabul edebileceği kayıpların düzeyini ifade eder Kıyas düzeyi kavramı, bireylerin diğerlerine onlardan bir şey elde etmek için bağımlı olduğunu öngören Thibaut ve Kelley'in sosyal takas ya da karşılıklı bağımlılık teorisi çerçevesinde ortaya attıkları en önemli kavramlardandır Diğerleriyle ilişki, kıyas düzeyinden daha çok doyum sağlarsa, bireyin onlara karşı ve onlarla ilişki hakkındaki duyguları olumlu yönde gelişir Aksi halde ilişki zayıflar ve olumsuz duygular güçlenir Karşılıklı bağımlılık teorisine göre insanlar, bir ilişkide hep aynı noktada kalmazlar, ilişkilerini potansiyel ilişkilerle karşılaştırırlar, alternatifler için kıyas düzeyleri geliştirirler Alternatifler için kıyas düzeyi (comparison levels for alternatives), bir ilişkiyi sürdürüp sürdürmeme konusunda karar vermek üzere kullanılan değerlendirme standardıdır Mevcut ilişki, bir seçenek veya alternatif için kıyas düzeyini aşarsa, ilişki istikrarlı olarak devam eder, aksi halde ilişkiyi sona erdirme eğilimi belirir Alternatifler için kıyas düzeyi yalnızca kişinin çevresinde kolayca bulabileceği spesifik alternatif ilişkilerden değil, aynı zamanda alternatiflerin daha geniş bir bileşkesinden ve halihazır ilişkiye olan bağlılığın sonlandırılmasının (noninvolvement) arzulanır olup olmadığından da etkilenir Bazı hallerde mevcut ilişkinin, doyum sağlayıcı olmadığı halde sürdürülmesi, alternatifinin kıyas düzeyinin daha olumsuz olmasıyla açıklanabilir. Likert Ölçeği 1930'ların başında Likert tarafından ortaya atılan bir tutum ölçeğidir Likert, ilk ölçek çalışmasını 1929 ile 1931 yılları arasında üniversite Öğrencileri üzerinde yapmıştır; bu ölçek enternasyonali/m, emperyalizm ve zencilerin sorunlarını konu almaktadır Tutum ölçeğinde enternasyonalizmle ilgili 24, emperyalizmle ilgili 15 ve zenci sorunuyla ilgili 12 olmak üzere toplam 51 tutum ifadesi yer almaktadır Ölçek 'toplamalı sıralama tekniği'yle hazırlanmıştır Likert'in tutum Ölçeğinde yer alan tutum ifadeleri, 'tamamen katılıyorum', 'katılıyorum', 'kararsızım', 'karşıyım', 'tamamen karşıyım' derecelerinden oluşan 5 basamaklı bir ölçeğe göre cevaplandırılmaktadır Tutumun şiddeti, uçlara doğru gittikçe olumlu veya olumsuz yönde artmaktadır: Ölçeğin hazırlanmasında, öncelikle bir tutum objesi hakkında tutum ifadeleri toplanarak çeşitli kriterlere (madde analizi, vb) göre ayıklanırlar ve ölçek halinde ifade edilirler Cevap seçeneklerinin ya da ölçek derecelerinin belirlenmesinde, en yaygın olarak, 'tamamen katılıyorum'dan 'tamamen karşıyım'a uzanan 5'li sistem kullanılmaktadır (Orta noktayı atarak 6'lı bir sistem veya orta noktanın da bulunduğu 7'li veya 9 Mu cevap sistemi de mümkündür) Tutum ölçeği formunun şekillendirilmesinde, genellikle tutum ifadeleri sol tarafa, cevap seçenekleri sağ tarafa yerleştirilir Ölçeğin uygulanmasından sonra, tek tek cevaplar puanlanır Puanlama bittikten sonra, cevapların ölçek değerleri toplanarak, her bir kişi için toplam puan elde edilir. Mahrem Mesafe Hall'in mesafe tipolojisinde, insan vücudundan itibaren dışa doğru sıralanan mesafe türlerinden ilki olan mahrem mesafe (intimate distance), bireyin genel olarak çok özel davranış veya etkinliklerine ayrılan mesafedir Bu mesafede başka bir bireyin varlığı, bireyin kesin denetimine tabidir Vücut etrafındaki yaklaşık 45 cmlik mesafeyi kapsayan mahrem mesafe alanında, tüm duyusal ayrıntılar farkedilir, diğerlerinin koku ve vücut harareti algılanır, yabancıların varlığı, güvensizlik ve rahatsızlık yaratır, vb FORZA ist offline Alıntı ile Cevapla FORZA Kullanıcının Profilini Göster FORZA - Daha fazla mesajını bul Eski 13-10-07, 14:59 #98 FORZA Tanımlı Mahrem İlişkiler Mahrem (özel, hususi) ilişkiler (intimate relationships), kişiler arası ilişkilerin belirli bir türüdür Bu ilişkilerin özellikleri arasında çekim duygularının yoğunluğu, birbirine açılma, içtenlik, birbiri hakkında başkalarının sahip olmadığı bilgilere sahip olma, birbirine bağımlılık gibi özellikler sayılabilir. Mahremiyet Mahremiyet sözcüğü, etimolojik kökeninde (Latince inümus) 'en iç', 'en derin iç' anlamına gelmekte ve günlük dilde de 'iç bilinç ya da bir kişinin en gizli gerçekliğinin bilgisi' gibi anlamlar taşımaktadır Genel olarak mahremiyet, bir kişinin en derinliğinde var olan şeylere göndermektedir Çeşitli yazarlar mahremiyet tanımlarında 'geri çekilme' (Bates), 'diğerlerinin birey üstündeki gücünün sının' (Kelvin), 'kişisel kontrol' (Johnson), 'kişiler arası etkileşimleri düzenleme süreci' (Altman) gibi farklı kavramlara dayanmaktadırlar Yapılan anketlere göre Batı toplumlarında mahremiyetin içeriği, cinsellik, diğerine duyulan sevgi ve angajman, rüyalar veya hayaller gibi konuları kapsamaktadır Bir başkasıyla bu tür konuları paylaşma, onunla mahrem, özel ilişki kurma anlamına gelmektedir Mahremiyeti özgül bir inceleme konusu olarak ele alan araştırmacılar, tanımlarında kabaca dört boyut üstünde durmaktadırlar: Birincisi, mahremiyetin kişilere göre değişen bir ihtiyaç olarak görülmesidir (McAdams, 1988), bu ihtiyaç, sıcak ve karşılıklı ilişki arayışı şeklinde kendini göstermektedir İkincisi, oldukça istikrarlı kişisel bir kapasite olarak görülmesidir; bu kapasite, diğer bir kişiye angaje olma ve bu angajman uğruna bir takım özverilerde ve kompromilerde bulunmayı kabul etme şeklinde ifade edilmektedir (Erikson, 1963) Üçüncüsü, iki bireyin birbirine yaklaşmaya çalıştıkları bir süreç olarak kavramsallaştırılmasıdır (Hatfıeld, 1984); bu süreçte iki kişi, birbirlerini en derin hususlarında tanıyabilmekte ve bir karşılıklı bağımlılık (ihtiyaçlarını doyurma bakımından diğerine muhtaç olma durumu) oluşmaktadır Dördüncüsü, mahrem ilişkilerin belirli karakteristik Öğelere ya da özelliklere göre tanımlanması-dır Mahrem ilişkiler, diğer ilişkilerden bazı bakımlardan farklılık göstermektedir: Bunlar arasında duyguların yoğunluğu, kendisi hakkında karşıdakine verilen enformasyonların nicelik ve niteliği; diğerine ve ilişkiye angajman, ilişkinin uzun süreli olacağına inanç, karşılıklı bağımlılık gibi hususlar sayılmaktadır Mahremiyetin anlaşılmasında kültürel boyutlar da önem taşımaktadır Zira tüm kültürlerde mahremiyeti düzenleyici kurallar bulunmakla birlikte, mahremiyetin düzenlenme şekli ve mekanizmaları kültüre özgüdür, Hall'in deyişiyle 'her kültürde farklı duyumsal dünyalar (görme, koklama, duyma, dokunma, vb) yüceltilir ve farklı mekanizmalar kullanılır' Hatta aynı kültür içinde de rol ve statüye bağlı olarak farklı kural ve mekanizmaların işlediği görülür Sosyal psikologlar, mahrem ilişkilerin gelişmesi konusunda çeşitli teorik yaklaşımlar ortaya koymuşlardır Literatürde mevcut yaklaşımlar arasında Levinger Modeli (1988), Murstein Modeli (1976, 1987), Secord ve Backman Modeli (1974, 1981), Scanzoni Modeli (1979) ve çeşitli bağımlılık modelleri (Maslow, 1954, 1968; Fromm, 1956; Berscheid ve ark 1977, 1978) zikredilebilir. Makyevelizm Makyevelizm terimi, ünlü siyaset teorisyen! Machiavelli'nin Prens adlı kitabında betimlediği ve manipülasyon yoluyla iktidarı elde etmeye ve kullanmaya ilişkin davranışlar bütününü ifade etmektedir Makyevelist kişi, diğerleriyle ilişkilerinde sürekli kazanmak isteyen bir kişidir ve bu başarı tutkusu, onu sosyal manipülasyona götürmektedir Makyevelist kişilik yapısını inceleyen araştırmacılar (Christie ve ark 1970), bu kişilerde üç özellik ayırdetmişlerdir: Birincisi, ilişkilerinde duygulara yer vermemektir; onlara göre kazanan kişi, rasyonel ve soğuk bir yaklaşımla sadece stratejisiyle meşgul olmalıdır İkincisi, kendilerini toplumda yaygın ahlak anlayışıyla bağlamamaktır; çünkü moral değerler, çoğu kez başka insanların manipülasyonunu reddetmektedir Üçüncüsü, ideolojik planda angaje olmamaktır; çünkü ideolojik amaçlar, pratikte esnekliğe her zaman izin vermemektedir Makyevelist kişiler, genel olarak diğerlerini etkilemede ustalık sahibidir; ahlak kurallarına riayet etmez, başkalarına karşı güvensizdirler ve kuşku duyarlar, diğerleriyle ilişkilerinde düşünerek ve ihtiyatlı davranırlar, çıkarlarını kollamak için kolayca yalan söyleyebilirler, onlara duymak istedikleri şeyi söyleyerek gerçek düşüncelerini gizlerler, içten ve spontan davranışlardan kaçınırlar, dostluk ve dürüstlüğe değer vermezler. Manipülasyon Manipülasyon, geniş kitlelerde 'şartlandırma' (Pavlov'un şartlı refleksi anlamında) ile karıştırılan bir kavramdır Manipülasyon, şartlandırmadan farklıdır ve psikolojik teknikler kullanarak, hedef kişi ya da kitlede, davranış veya kanaat değişikliği yaratmayı içermektedir Manipülasyon teriminin, günlük yaşamda kişiler arası ilişkiler alanında (davranış değişikliği) ve iletişim alanında (kanaat değişikliği) iki farklı kullanımını ayırdetmek mümkündür 1 Sosyal psikologlar günlük yaşamda diğerlerinden istendik davranışlar elde etmenin iki yolu üzerinde durmaktadırlar Bunlardan birisi güç, öbürü manipülasyondur Güç kullanımı, tanımı gereği güce sahip olmayı içerdiğinden herkes için geçerli değildir Güce sahip olmayanlar, argümantasyon ve cazibe kullanma gibi bazı özel yetenek gerektiren yan yollar dışında, ancak manipülasyon yoluyla bunu gerçekleştirmektedirler Manipülasyon, diğer bir insandan, doğrudan yollardan elde edilemeyecek bir şeyi elde etmek için dolaylı teknikler kullanmaktır Bu teknikler, insanların kendiliğinden yapmayacakları bir şeyi tamamen özgür bir şekilde yapmalarını sağlamaktadır Manipülasyonda, serbest seçimde bulunmaya dayalı özgürlük duygusu ve hatta özgürlük illüzyonu büyük önem taşımaktadır Zira özgürce razı olmak, zorlamasız itaat etmek, manipülasyonunun temel karakteristiğidir Sosyal psikologların üzerinde çalıştıkları manipülasyon teknikleri arasında en tanınmışı 'el alıp kol kapma tekniği' (foot-in-the-door; kapıya ayak koyma tekniği) (Freedman ve Frazer, 1966), oltaya takma (law-ball) tekniği (Cialdini ve ark 1978), yüzüne kapıyı çarpma (door-in-the-face) tekniği (Cialdini ve ark 1975) ve bunların çeşitli versiyonları (açık ve zımni tarzlar, klasik ve yeni tarzlar, vb) sayılabilir 2 Manipülasyon, dar anlamında ve iletişim alanında enformasyon çarpıtmayı ifade etmektedir Enformasyonun manipülasyonu, büyük Ölçüde propagandanın enformasyon olarak, enformasyonun da objektif olarak sunulmasına dayanmaktadır Umberto Eco, İtalyan TV'sine karşı polemiğinde, politik enformasyonun manipülasyonu konusunda, esprili bir şekilde çeşitli kurallar önermektedir: Emin değilseniz susun (rahatsız edici enformasyonları atmak), uygun olmayan haberi beklenmediği yere koyun (haberi, seyircinin dikkat edemeyeceği tarzda vermek), ekonomik veya sosyolojik jargon kullanın (nezle demek yerine coriza sub-fertile demek), bir haberi bütünüyle vermek için, gündüz yazılı basının tam olarak vermesini bekleyin, hükümet riske girmeden siz de girmeyin (iktidara boyun eğme) ve daima bir bakanın demecini belirtin, önemli şeyler eğer yabancı ülkelerde olmuşsa Detaylı bir şekilde gösterin, önemli haberleri görüntüsüz söyleyip geçin, önemsiz şeylerin görüntülerini gösterin, vb. Meçhul Dost Meçhul dost terimi, kentsel yaşamın kalitesi konusundaki tartışmalarda insanların kent ortamında zannedilenin aksine büyük bir psikolojik yalnızlık çekmediklerini ifade etmek üzere Milgram tarafından ortaya atılmıştır Meçhul dost, kent ortamında oldukça sık görülen ve tanınan, fakat kendisiyle yakın ilişkimiz bulunmayan biridir (sokaktaki ayakkabı boyacısı, çiçekçi vs) Meçhul dostlar sayesinde, büyük kentlerdeki hayat, belki de sanıldığı kadar anonim ve gayri kişisel (impersonef) değildir İnsanlar, kentlerde, onlarla hiç konuşmasalar da, sanki tanıdıkları insanlarla birliktelermiş gibi bir duygu yaşarlar. Minimax İlkesi Sosyal ilişkileri bir alışveriş gibi kavramsallaştıran bazı teorisyenlere (Thibaut ve Kelley, Homans, Foa, vb) göre, diğeri hakkındaki duygularımız, onunla ilişkiden elde edilen kazançlara bağlıdır İlişkinin kazancı, alınan ödüller (maddî kazanç, statü ve prestij, korunma ve güven duygusu, şefkat ve sevgi, vb) ile ödenen pahalar (maddî bedel, zaman, enerji, psikolojik paha ve stres, vb) arası fark şeklinde ifade edilebilir. Söz konusu teorisyenlere göre insanlar, genel olarak kazançlarını maksimum, bedelleri minimum kılmak isterler Ancak bu minimal strateji, bir ilişki iki taraf için de doyum sağlayıcı olacak şekilde sosyal norm ve kurallar tarafından dengelenir. Model Model, istatistiksel anlamda, bir şeyin ya da bir sürecin maddi veya sözel temsilidir Bu temsil genelde mantıksal veya matematiksel bir ifadedir Modelde temsil edilen veri veya değişkenlerin, modelin yansıttığı teori veya hipoteze uygun ilişkiler göstermesi beklenir Model kavramı, gelişimsel anlamda ise, çocuk veya yetişkinlerin, davranışlarında örnek aldığı bir başka kişiyi ya da referansı ifade etmektedir. Moral Kariyer Moral kariyer terimi, Goffman tarafından toplum içinde bireyin davranışlarının sürekli olarak diğerleri tarafından yargılandığına işaret etmek için kullanılmıştır Moral kariyer kavramı, insanın sosyal yaşamının moral bir kariyer gibi görülebileceğini ifade etmektedir. Moral Taciz İş yaşamı sorunlarına ilişkin literatürde son yıllarda ortaya çıkan moral taciz kavramı (mobbing), çalışanların iş yerinde maruz kaldıkları moral eziyeti ifade etmektedir Moral taciz boyutları giderek artan önemli bir iş yaşamı sorunu, hatta gözlemcilere göre gerçek bir sosyal patoloji niteliği taşıyor; bir epidemi gibi yaygın ve iş yerlerinin günlük sinsi şiddeti olan moral taciz, kendine özgü nedenleri, semptomları ve biçimleriyle bir 'iş terörü' oluşturuyor Bu nedenle moral taciz konusunda son yıllarda birbiri ardısıra kongreler, uzman toplantıları düzenleniyor; iş müfettişleri, iş hekimleri, psikologlar, psikoterapistler tarafından inceleniyor; internet siteleri, tartışma platformları kuruluyor Araştırmalara göre (Batı toplumları söz konusu) çalışanların yaklaşık % 10'luk dilimi moral tacize uğramaktadır Tacize en çok maruz kalanlar kariyerlerinin ortasındaki kadınlardır 40 yaşını geçmiş, yalnız yaşayan ve işine çok angaje olanlar, moral tacizin ideal hedefleri olarak görünmektedir Fakat iş yerinde kıskanılan, parlak, başarılı ve güçlü kişiler de moral tacizin hedefi olabilmektedir Moral tacizin nedenleri arasında en çok kâr/kazanç yasası anılmaktadır Zaman içinde işyeri koşullarının değişmesi, yüksek verimlilik ve rekabet arayışı, özerkliğin artışı gibi hususlar işsizlik bağlamında, çalışanlar üstündeki baskıyı artırmaktadır Çalışanları koruyucu yasal mevzuatın, işten çıkarmaları zorlaştırması karşısında yöneticiler, çalışanları baskı ve moral taciz yoluyla uzaklaştırmaya yönelmektedir İkinci olarak, işyerlerindeki kendi kabuklarından memnun olmayan küçük şeflerin sapık (pervers) eğilimleri, önemli bir moral taciz kaynağı oluşturmaktadır İnsanın iş anlayışı ve işiyle ilişkisindeki değişiklikler de bunda önemli bir rol oynamaktadır Legeron'a (2001) göre eskiden insanlar ekmeğini, geçimini fabrikada kazanıyordu ve 'ağzım kapatıyordu' Şimdi, insanın evliliğinde, ailesinde, işinde gelişmesi serpilmesi istenmekte; öz saygı yüceltilmekte ve otoriteye, iş kontratıyla ilgili itaat ilişkilerine katlanmak zorlaşmaktadır Ayrıca, geçen yüzyılda iş koşullan şimdikinden çok daha kötü olmakla birlikte, çalışanlar arasında bir sınıf dayanışmasının olduğu; tacize, eziyete maruz kalanlarda 'diğerleriyle aynı gemide olma duygusu'nun bulunduğu ve sendikaların da kendi rollerini oynadığı ve bütün bunların sonucunda, tacizin aynı şekilde algılanmadığına ya da tacize daha kolay tahammül edildiğine işaret edilmektedir (Muller, 2002) Moral taciz, kendini farklı biçimlerde göstermektedir: Binlerce ücretli, iş hekimine, iş müfettişine, sendikalara gelerek iş yeri koşullarına dayanamadıklarını söylüyorlar Belirtilen taciz şekilleri geniş bir yelpaze oluşturuyor: Aşağılanma, hakaret, iğneleme, zam veya izin verilmemesi, keyfi olarak çalışma saatlerinin değiştirilmesi, yapılan işin beğenilmemesi, sürekli hata veya eksik aranması, bir kenara itilip bırakılma, ilgisizlik, dışlanma, soyutlanma, vb Sorunun artan önemi, iş yasalarına moral tacize ilişkin özel hükümler konmasına yol açıyor Yasal mevzuatta moral taciz, işyerinde iş koşullarının çalışanların haklarına ve onuruna zarar verecek, fiziksel veya zihinsel sağlığını bozacak veya mesleki geleceğini riske sokacak şekilde bozulmasına yol açan uygulamalar olarak nitelendirilmekte ve çeşitli cezalar öngörülmektedir Üstelik işverenler de iş yerinde olan bitenden sorumlu tutulmakta ve moral taciz olmamasına dikkat etmekle yükümlü sayılmaktadır. Motivasyon Motivasyon, bireyi belirli bir davranışa angaje olmaya veya yapmaya sevkeden güçler bütünü olarak tanımlanabilir Bu güçler iç kaynaklı (bilişsel, duygusal) veya dış kaynaklı (çevresel) olabilir Bir işi veya davranışı yapmaktan haz alma; bir işi sonuçlandırmak veya tamamlamaktan kaynaklanan başarı duygusu, iç kaynaklı motivasyonlara örnektirler; iş veya davranışa verilen ücret, maddi kazanç ve benzeri ödüller, iş veya davranışın sonucunda elde edilen kazanç veya avantajlar (statüsünü koruma, yükseltme; olası ceza veya kayıplardan kurtulma) dış kaynaklı motivasyonlardır Bazı yazarlar içsel faktörleri, ihtiyaçlar veya motifler olarak nitelendirmekte, dışsal faktörleri ise birey, belirli bir yönde davranmaya veya bir şey yapmaya zorlandığında söz konusu etmektedirler Motivasyon kavramı, oldukça karmaşık bir kavramdır ve her tanım, eksik yanlar taşır Genel olarak bireyi belirti amaçlara doğru yönelten veya belirli davranışları yapmaya doğru güdüleyen bir psikolojik faktör olan motivasyon, organizmayı harekete geçiren bir değişikliği ya da gerilimi ifade eder; organizmanın gerili TU, bu gerilimi sona erdirecek davranışların yapılmasıyla sona erer Dolayısıyla motivasyon, bireyleri belirli bir yönde davranmaya sevkeden içselleştirilmiş bir olgu (ihtiyaçlar, arzular, amaçlar) gibi görünmektedir. Motor Öğrenme Basit edimsel öğrenme, belli bir amaca varmak için ne yapılması gerektiğinin öğrenilmesidir Bazen psikomotor öğrenme de denen motor öğrenmede (motor learning) söz konusu olan ise, bir şeyin nasıl daha iyi yapılacağıdır, Gündelik hayat, motor öğrenme gerektiren faaliyetlerle doludur Bunlar arasında çatal-kaşıkla yemek yemeyi, konuşmayı, yazı yazmayı, araba kullanmayı, topu hedefe atmayı, bir müzik aletini çalmayı sayabiliriz Bütün bu becerilerde, bireyin davrananlarını hızlı ve doğru olarak yapabilmesi için alıştırma gereklidir Motor öğrenmede de uyarıcılar, ayırdetmenin öğrenilmesinde olduğu kadar önemlidir; fakat burada durum biraz farklıdır Örneğin, iyi bir golf oyuncusunun, güzel bir vuruş yapabilmek için belirli bir uyarıcı durumuna gereksinimi vardır: bileğinde ve bacaklarında belli bir duygunun olması, bakışlarının topun üzerinde yoğunlaşması, sopasını kaldırırken omuzlarından ve kollarından dönüt (feedback) uyarıcılarının gelmesi gerekir Piyanistler ve daktilo yazanlar da "herşeyin yolunda olduğu" duygusunu veren belli bir pozisyona girmedikçe işlerini yapamazlar Diğer bir deyişle, motor becerilerde, çevre, bedensel iç uyarıcılar ve yapılacak iş arasında bir eşgüdüm (coordmation) söz konusudur Ancak, motor öğrenmelerde üzerinde daha çok durulan şey, devranımın yapılış tarzıdır Motor öğrenme genellikle davranımın yapılmasındaki hız ve hatasızlıkla ölçülür, örneğin, daktilo sınavlarında hız değerlendirilirken hatalar da hesaba katılır Daktilo öğrenen bir kimsenin bu şekilde elde edilen günlük test puanları bir grafikle gösterilecek olursa, elde edilen eğrinin tipik bir koşullanma eğrisine benzediği görülür Yani eğri, önceleri, hızlı ilerleme olduğu sıralarda hayli diktir; kişi ustalığa yaklaştıkça yatıklaşır. Motus Etkisi Motus etkisi, enformasyon iletiminde, olumsuz haberlerin olumlulara kıyasla daha yavaş iletilmesini ifade etmektedir Araştırmalara göre insanlar, başkalarıyla ilgili kötü haberleri onlara nakletmede isteksiz davranmaktadırlar ve bunun, ilgili kişinin düşmanlığını üstüne çekme kaygısından kaynaklandığı düşünülmektedir Bu kaygının haklılığını gösteren bazı tarihsel olayların bulunduğu bilinmektedir Nitekim tarihte pekçok hükümdar veya imparator, kendilerine kötü haber getiren elçileri hapse attırmış veya öldürtmüştür Öte yandan kötü haber verme durumunda olanın empatisinin de, onu kötü haber vermekten alıkoyması mümkündür (Gergen, 1982). Newcomb Paradoksu İnsan ilişkileri çerçevesinde Palo Alto Ekolü mensuplarından Watzlawick tarafından işlenen Newcomb paradoksu, mükemmel bir öngörünün mümkün olup olamayacağı tartışmalarında ortaya çıkan bir paradokstur Bu paradoksa göre belirli bir durumun aktörleri (ekonomistler, vs), kendilerini az ya da çok bildikleri bir geleceğe göre ayarlamak istediklerinde, bu geleceği bir veri olarak alırlar; oysa bu geleceği belirleyen onlardır Bir başka deyişle, aktörler, bizzat kendilerinin tasarladıkları, kendilerinden dışa yansıttıkları bir geleceği işaret noktası olarak almaktadırlar (Bootstrapping olgusu) Newcomb problemi şu şekilde özetlenebilir: İki kutu alalım; bunlardan birinde 1,000$ var, ikincisinde ise ya 1,000,000$ var ya da hiç bir şey yok Siz, oyuncusunuz ve iki seçeneğiniz var: Bunlardan a1, iki kutuyu birden almak; a2 ise ikinci kutuyu tercih etmek Senaryoya göre, oyunda sizden başka, geleceği öngören bir Kâhin (veya Kader) var Bildiğiniz kadarıyla bu Kâhin o ana kadar, sizin ve başkalarının seçimlerini öngörme konusunda hiç yanılmadı Bu oyunda Kâhin, siz birinci seçeneği (a1) seçerseniz, Kâhin bunu öngörecektir ve ikinci kutuyu boş bırakacaktır ve bu durumda sadece 1,000$'ınız olacaktır İkinci seçeneği (a2) seçerseniz, Kâhin bunu da öngörmüş olacaktır ve ikinci kutu içine 1,000,000$ koyacaktır Siz de bunları biliyorsunuz ve Kahin'in öngörme kapasitesine inancınız tam Ne yaparsınız? Burada iki bakış açısı mümkün Birincisine göre, a2'yi seçmek gerekir; zira a1'i seçerseniz, Kâhin bunu öngörmüş olacaktır ve ikinci kutuyu boş bırakacaktır; bu durumda garantili 1,000,000$ (a2'yi seçmek) yerine, sadece 1000$'ınız olacaktır İkinci bir bakış açısı da makul görünüyor ve bu paradoksun kaynağını oluşturuyor Buna göre, siz tercihinizi yaparken, ikinci kutuda, bir milyon dolar, zaten ya var ya yoktur Bu durumda iki kutuyu birlikte alırsanız, ikinci kutu ister boş, ister dolu olsun, iki duruma göre de bin dolar daha fazla kazanacaksınız Eğer iki kutu da doluysa a1'i seçmekle 1,001,000$; a2'yi seçmekle, sadece 1000$ kazanırsınız Bu iki argümantasyon tarzı, iki farklı zaman kavramına dayanmaktadır Birinci görüştekilere göre iki olay (sizin tercihiniz ve Kâhin'in parayı koyup koymaması) nedensellik planında birbirinden bağımsızdır, aralarında sadece olasılıksal bir ilişki vardır Bu, tersine çevrilebilir bir zaman anlayışı içerir ve burada, geçerli değildir Newcomb problemi, aşağıda görüldüğü gibi, tutuklular ikilemine benzetilebilir Ego açısından bakıldığında oyun şu şekilde görünmektedir: 1 a1 oynadığımda en azından 1000$'ın olur 2 1,001,000$ kazanabilirim, ama bu, nedensel olarak bana bağlı değil 3 1,000,000$ kazanabilirini, ama sadece, 1,000$'dan vazgeçersem 3' Veya 1,001,000$ kazanabilirim, ama eğer Kâhin benim 1,000$'dan vazgeçeceğimi öngörürse Burada Kâhin yerine bir başka oyuncu konması düşünüldüğünde, oyun tutuklular ikilemine dönüşür Bu nedenle, problemi analiz eden Lewis, iki kutuyu da almak gerektiğini savunur (Dupuy, 1992) Bazıları ise Kâhin'in öngörüsüne güvenmek ve bu nedenle de, sadece ikinci kutuyu almak gerektiğini öne sürer; ama bu tutuklular ikilemindeki işbirliği seçeneğinden farklı bir şey değildir Lewis'e göre bu davranış irrasyoneldir; tutuklular ikileminde de görüldüğü üzere, bu davranışın rasyonel bir nitelik taşıması için, bizim eylemimizle diğer oyuncunun eylemi arasında sadece olasılıksal değil, aynı zamanda nedensel bir bağ olması gerekir Newcomb probleminde de durum aynıdır Dupuy'a göre, eğer gelecekten bu ana gelerek, yani bir amaca yönelik olarak düşünülürse, ikinci kutuyu almak gerekir; ama eğer aksi halde, yani eylem zamanında kalırsak, iki kutuyu da almak gerekir Harvard Üniversitesi'nden filozof Nozick'in "bu paradoksa ilişkin analizlerini temel alan Watzlawick'e göre ise paradoksu dostlarınız veya öğrenciler üzerinde denerseniz, iki gruba ayrılacaklardır Kendi bakış açınızın doğruluğunu tekrarlamak sorunu çözmemektedir Watzlawick'e göre sorun bizim gerçekliğimizin bir düzeninin olup olmadığında düğümlenmektedir Bunun üç mümkün cevabı vardır: Birinci cevaba göre; bu gerçekliğin hiçbir düzeni yoktur, gerçeklik aynı Ölçüde düzen ve kaostur, yaşamımız ise psikotik bir kabustur İkincisine göre; biz, varoluşsal eksik bilgi (disinformation) durumumuzu, bir düzen yaratarak telafi ederiz; bu düzeni bizim icat ettiğimizi unutur ve 'gerçeklik' olarak niteleriz Üçüncüsüne göre; bağımlı olduğumuz, ama bizden bağımsız olan bir üst gücün yarattığı bir düzen vardır ve bu üst güçle iletişim kurmak, insan için en önemli amaçtır İnsanların çoğu, birinci olasılığı dikkate almazlar Ama hiç kimse diğer iki şıktan birini veya diğerini belirsiz veya bilinçdışı bir şekilde de olsa dikkate almaktan kaçınamaz Newcomb paradoksu bu hususla ilgilidir: Ya III şıkkın tanımladığı gibi, gerçekliğin kesinlikle ve kaçınılmaz bir şekilde düzenlendiğine inanırsınız ve sadece ikinci kutuyu alırsınız; veya önceden belirlenmeyi kabul etmeyip II şıkkı benimsersiniz, 'a posteriori nedensellik' (gelecek olayların anı ve geçmişi belirlemesi) olmadığını düşünürsünüz ve iki kutuyu birden alırsınız Sorun bir bakıma özgür irade ve determinizm sorunsalına göndermektedir. NLP Nöro-lengüistik programlama ya da kısa ifadesiyle NLP, bir iletişim ve kişisel değişim tekniğidir Teorik temellerini, davranış terapileri, iletişim teorileri ve Milton Erikson'un hipnoz anlayışında bulan NLP'nin bazı görüşleri, son yıllarda popüler bir hale gelmiştir Örneğin, bireylerin iletişim tarzlarının farklı olduğu, bazılarının görsel, bazılarının işitsel, diğer bazılarının da kinestezik olduğu şeklindeki görüşler. Nominalizm Sosyal psikoloji vokabülerinde nominalizm, sağduyu psikolojisi çerçevesinde insanların, şeyleri adlandırmayı, onları anlama veya onlara hakim olmakla eşdeğer görmeleri eğilimini ifade etmektedir. Norm Norm bireyin, yetenekleri, davranışları ve görüşleri konusunda referans aldığı standarttır Sosyal normlar, grup içinde model veya kural olarak dikkate alınması istenen şeylerdir Sosyal normlar, örtük (implicit) olabildikleri gibi, açık seçik bir şekilde vazedilmiş de olabilirler Grup üyeleri grup normlarına uyma yönünde bir eğilim gösterirler; bu eğilim, belirsizliği gidermeye yönelik bir enformatif etkiden veya ödül-ceza mekanizmalarına bağlı bir normatif etkiden (grup baskısı) kaynaklanabilir. Ortak Bilgi David K Lewis (1969, 1983) tarafından Convention adlı kitabında ortaya atılan ortak bilgi (common knowledge) kavramı, oyun teorisini takip eden dil tartışmalarının odak noktasında yer alan kavramlardandır Bu kavram daha sonra oyun teorisyeni Aumann tarafından matematikleştirilmiş ve Dupuy tarafından metodolojik bireycilik ve rasyonellik paradigması tartışmalarında kullanılmıştır Lewis, Convention'da şu analizi yapar Kullandığımız dilin (İngilizce, Türkçe) uzlaşmasal olduğunu söyleriz Bunu gösteren ile gösterilen arasındaki bağın keyfi olduğu şeklinde de ifade edebiliriz Ancak bu görüş, şöyle bir engelle karşı karşıyadır Dil, açık seçik (explicii) bir anlaşmadan, bir sosyal kontrattan kaynaklanamaz, çünkü bunların kendisi dilin önceden var olmasını gerektirir Bu durumda, örtük (implicit) bir anlaşmadan, ifade edilmemiş bir uzlaşmadan söz edilebilir Lewis, dili, içine nüfuz edilmez kolektif bilinçaltı, özerk sembolik bir yapı gibi gören yapısalcıların aksine, anlaşılabilir, rasyonel kılmaya çalışmaktadır ve bir bakıma ekonomistler gibi, rasyonellik paradigmasını temellendirmek istemektedir Bir halkın belirli bir dili uzlaşma sayesinde kullandığının temellendirilmesi, bu rasyonelliği kısmen kanıtlamış olacaktır Bunun için hareket noktası olarak, Schelling'in The Strategy of Coflict (1960) adlı eserinde ele aldığı oyunda işbirliği ya da eşgüdüm (coordination) kavramım alır Çatışmaya dayalı oyunlardan farklı bir tür oluşturan bu oyun tipi, basitliği nedeniyle matematikçilerin ilgisini çekmemiş de olsa, formel basitliğinin arkasında son derece büyük bir bilişsel karmaşıklık taşımaktadır Bu oyun tipi, oyuncuların çıkarlarının uyuştuğu ve dolayısıyla birbiriyle eşgüdümü, ahengi sağlamalarının yeterli olacağı bir oyun tipidir; örneğin iki oyuncu varsa, her ikisinin de a veya b oynamalarının gerektiği, diğer durumlarda kazanç ve kayıplarının sıfır olduğu bir oyun tipidir Bu durum, büyük bir mağazada birbirini kaybeden ve bulmaya çalışan eşlerin durumuyla somutlaştırılabilir Eşlerden her biri, apaçık bir buluşma noktası düşünür, ama bu türden pek çok nokta vardır Burada sorun (kadın açısından baktığımızda) diğerinin (kocanın) basitçe ne yapacağını öngörmek değildir Zira onun (kadının) davranışı, kocanın da kendisini örtün (kadının) yerine koyarak ne düşüneceğini kestirmeye, yani bizzat kocası hakkında öngördüğü davranış şekline bağlıdır Burada her ikisi için de aynı şey, yani diğerinin yerine kendini koymak söz konusudur Böylece iki kişi arasında yansımalı bir düşünce oluşmakta ve bu, ortak bilgiye götürmektedir Bu şekilde akıl yürütme sınırsız bir zincir halinde uzaması ve teorik boşluk içermesine rağmen, pratikte eşlerin bilişsel performansları sayesinde çözülmektedir Her biri diğeriyle eşgüdüm sağlamaya çalışmakta, çünkü diğerinin de onunla eşgüdüm aradığını bilmektedir Burada yansımalı düşünce, istikrarı getirmektedir Eşlerden her biri, küçük işaretler, ip uçları arayarak, diğerinin onun ne düşündüğünü kestirmeye çalışmaktadır Lewis, bu örtük anlaşma, sezgisel uzlaşma fikrini ele alarak işler Ona göre örtük uzlaşma, eşgüdüm sorununun çözümüdür Uzlaşmanın doğası, ortak bilgi olmasıdır Daha açıkçası, bir uzlaşma, belirli bir P popülasyonunda, altı koşul içeren bir inanç veya davranış düzenliliğidir (R; regularity) 1) Herkes R'ye uyar, 2) Her kişi, diğerlerinin R'ye uyduğunu bilir, 3) Bunun böyle olması, her bir kişiye, kendisinin de R'ye uyması için nihai ve kesin bir sebep sağlar, 4) Herkes, R'ye (daha zayıf bir uyma yerine ve özellikle de biri hariç hepsinin uyması yerine) genel bir konformitenin olmasını tercih eder, 5) R, son iki koşulu yerine getiren mümkün tek düzenlilik değildir, en azından bir seçenek düzenlilik R' daha vardır (bu koşul, R'nin uzlaşmasal olduğunun göstergesidir), 6) Birinci ve beşinci koşullarda ortaya çıkan olgusal durumlar, ortak bilgidir Dupuy buna örnek olarak, bir ülkede tüm sürücülerin yolun sağından gitme yönündeki uzlaşmalarını veya bir telefon konuşması kesildiğinde, yeniden arayanın ilk arayan olmasını vermektedir Ortak bilginin devreye girdiği altıncı koşulun rolü, istikrarı sağlamaktır Her bir kişinin, diğerlerinin uzlaşmaya uymak zorunda olduklarına kendilerini ikna etmek için izledikleri akıl yürütmeye ilişkin simülasyonu, onu şüpheye sürüklemek yerine, kendi inancında pekiştirmektedir Görüldüğü üzere, kolektif objenin bilgisi, ona istikrar sağlamaktadır (Kaynak; Dupuy, 1992). Ortodoksluk Ortodoksluk (orthodoxy) ideolojik anlamda, birey ve grupları karakterize eden bir özelliğe işaret etmektedir Adorno ve Rokeach'ten sonra ortodoks inançlar konusundaki araştırmalarıyla tanınan Deconchy'e (1984) göre, Ortodoks kişi, 'dilinin düşüncesinin ve davranışının, ait olduğu grup ve özellikle de bu grubun iktidar aygıtları tarafından düzenlenmesini kabul eden, hatta isteyen kişidir'; Ortodoks grup, bu tür bir düzenlemenin sağlandığı, işlediği gruptur; Ortodoks sistem ise, Ortodoks bir grupta Ortodoks bireyin davranışlarını düzenleyen psiko-sosyal öğeler bütünüdür Bu bakış açısında Ortodoksluk, belirli bir ideolojiye ait değildir ve çok çeşitli Ortodoksluklar olabilir Ortodoksluk ya da Ortodoks düşünce, birey üzerinde kesin kontrol arayan tüm düşünce ve eylem topluluklarıyla (dinsel gruplar, etnik/ayrılıkçı örgütler, sekter siyasal partiler) ilgilidir Üyeleri üstünde homojenleştirici bir etkide bulunan bu tür topluluklarda, topluluğun dayandığı doktrin içindeki birbiriyle bağdaşmayan düşünce içeriklerinin ya da inançların, sorgulanmaksızın aynıyla tekrarı istenmektedir Ortodoks grup, tek bir perspektifi kabul etmekte ve bu perspektifle çelişen enformasyonlara karşı, bir tür bilişsel bağışıklık geliştirmektedir Deconchy, Ortodoksluğu bir kişilik özelliği olarak görmemektedir Ortodoksluk, kontrol edilmiş ve düzenlenmiş bir sosyal alana gönderir Bu tür bir sistemde, enformasyonun rasyonel eksikliği veya eğretiliği (örneğin Katolik Kilisesi'nde teslis inancı), düzenlemenin sağlamlığıyla telafi edilir Grubun doktrinine rasyonel eleştiriler arttığında, Ortodoks grup da hakimiyetini sertleştirir Ortodoks inanç sistemlerinde, sosyal kontrol ve düzenleme, grubun inançlarının içeriğinden çok daha açıklayıcı bir değer taşır. Oryantalizm XIX yy da şekillenen oryantalizm, bir yandan İslam dünyasını konu alan bir sanatsal-bilimsel hareketi, öte yandan Asya dillerinin ve kültürlerinin incelenmesini ifade etmektedir Ancak oryantalizmi, bazıları pozitif bir bilgi ya da çok-disiplinli bir ideal gibi görürken, bazıları da Batı sömürgeciliğinin bir ifadesi saymaktadır Oryantalizm sosyal antropoloji veya etnoloji gibi alanları olduğu kadar, kültürler arası ilişkileri ve araştırmaları anlamak bakımından da önem taşımaktadır Oryantalizmin doğuşu, Napolyon'un 1798'de Mısır Seferi'ne bağlanmaktadır 350 gemi ve 40,000 askerle sefere çıkan Napolyon Bonaparte, beraberinde üst düzey 167 bilim adamını götürmüştür Napolyon bilim adamlarının, yerli halkla ilişkilerinde aracılık yapmasını, söylemlerini tercüme etmesini beklemekte ve Mısır'ı onlar vasıtasıyla idare etmeyi planlamaktadır Bu büyük sefer, stratejik planda (İngilizleri, müttefikleri olan Osmanlılar'ı yenerek Hindistan'da soyutlamak) başarısız, ama ideolojik ve bilimsel planda başarılı olmuştur Mısır seferi, Egyptoloji ve İslamolojinin doğmasına vesile olmuş ve bu çerçevede 300 araştırmacı 25 yıl (1803-1828) boyunca çalışarak Mısır'ın Tasviri adlı büyük bir eser ortaya koymuştur Bu akım Fransa'da büyük bir yankı yapmıştır (V Hugo: "XIV Louis zamanında herkes hellenist idi, şimdi ise oryantalist" demiştir) Doğu seyahatleri moda olmuş, Doğu'dan esinlenen romanlar dalgası doğmuştur XIX yyda Avrupalı oryantalistin imajı şekillenmiştir: Oryantalistin çizgileri arasında, yalnız adam, otodidakt, derin bilgili, Batı dışı geleneklere hayranlık, İslam veya diğer bölge dinlerine meraklı, Doğu dil ve kültürlerinin güncel durumundan ziyade klasik çağıyla ilgili (pek çoğu bu ülkelerdeki mevcut koşulları ve gerçekliği beğenmemekte), Doğu kaynaklarını ve kitaplarını inceleme eğilimi gibi çizgiler öne çıkmıştır Oryantalizm dalları arasında filolojiler merkeze oturmuş ve bunlara tarih, retorik, doktrinsel polemik, kültür incelemeleri, mitoloji, eski metinlerin incelenmesi, antropoloji gibi dallar eklenmiştir İlk oryantalizm kongresi, 1873'te gerçekleşmiş, yüzyılın sonuna doğru, oryantalizm çerçevesinde kurulan enstitüler, üniversite kürsüleri ve araştırma birimleri, sağlam bir kurumsal yapıya kavuşmuş, hükümetlerin, ticari işletmelerin, kumpanyaların, coğrafya derneklerinin desteğini almış ve büyük ün kazanmıştır Oryantalizm, günümüzde pek çok yazar ve bilim adamı tarafından eleştirilmiştir Bunlar arasında Özellikle Edward W Said'in 'Orientalism' adlı eseri önemli bir yer tutmaktadır (Kaynak; Sciences Humaines, n118,2001). Otistik Düşmanlık Otistik düşmanlık bir grubun diğer bir gruba karşı gösterdiği ve her türden ilişki veya iletişimin yokluğunda gelişen güçlü antipati duyguları ya da düşmanlık türüdür. Otokratik Strateji Otokratik strateji, güç, otorite, hakim olma ve rekabete dayalı bir çatışma çözme stratejisi ya da yoludur Bu stratejiyi benimseyen birey, diğerlerini dikkate almaksızın kendi çıkarlarını kollamaya çalışır Ona göre çatışma durumlarının bir tek kazananı olur ve o da kendisi olmalıdır; güç ve otoritenin asıl anlamı budur Otokratik strateji, özellikle kriz dönemlerinde daha çekici hale gelmektedir Zira acil çözümlerin arandığı ve normal prosedürlerin işlemediği kriz ortamlarında 'gemisini kurtaran kaptan' anlayışı daha revaçta olmaktadır. Otomatiklik Otomatiklik (automaticity) kavramı, insanın çevresel uyaranlara gösterdiği tepkilerin otomatikleşmesini ifade etmektedir Otomatiklik, tepkilerin büyük ölçüde, kişinin bilinci devreye girmeden önce (preconscient), yani bilinçsiz, 'iradesiz' ve denetimsiz olarak yapılmasıyla ilgilidir Sosyal psikologlara göre otomatik tepkiler, ne irrasyonellik ifade etmekte, ne de hatalı tepkiler anlamına gelmektedir Bir tepkinin otomatik olup olmadığım ayırdetmede bazı ölçütler dikkate alınmaktadır (Bargh, 1989): İlk olarak otomatik tepki, iradî değildir, yani tepkinin ortaya çıkması için çevrede uyaranın varlığı yeterlidir; ikincisi, bireyin zihninde açık seçik bir hedef olmadan da ortaya çıkabilir, yani niyetli değildir; üçüncüsü, bireyin bilişsel ve algısal kaynaklarını tüketmez; dördüncüsü, tepkinin icrası sırasında herhangi bir kontrol mekanizması devreye girmez ve beşincisi, birey tepkinin harekete geçirilişinin (activation) bilincinde değildir Ancak bir otomatik tepkinin tüm bu özellikleri göstermesi zorunlu değildir Otomatik tepkilerin İncelenmesi, özellikle sürücü davranışlarının ve eşik altı (subliminal) algıların analizi bakımından önem taşımaktadır. Otoriter Kişilik Adorno ve arkadaşları (1950) tarafından geliştirilen otoriter ya da yetkeci kişilik kavramı, anti-demokratik tutum ve davranışlar sergileyen kişilerin kişiliklerini ifade etmektedir Adorno, Marksizm ile psikanalizi bütünleştirmeye çalışan Frankfurt Ekolü'nün teorik perspektifinden yola çıkarak azınlıklara karşı önyargıları olan insanların, buna paralel veya bununla ilişkili başka düşüncelerinin ve özel kişilik çizgilerinin olup olmadığını araştırmıştır Bu çerçevede Amerikalıların benimsediği ideolojileri ve tutum modellerini incelemiştir Araştırmanın ilk aşaması Yahudilere karşı önyargıları belirlemeyi amaçlayan bir anti-semitizm tutum ölçeği oluşturmak olmuştur İkinci aşamada anti-semitik önyargıların, başka gruplara (zenciler, Filipinliler, vb) karşı önyargılarla birlikte bulunup bulunmadığı üstünde durulmuş ve çeşitli gruplara karşı önyargıların bir paralellik gösterdiği saptanmıştır Adorno ve arkadaşlarının bu sonuçlara ilişkin yorumuna göre önyargı, belirli bir grupla özgül ilişkilerden değil, genel bir zihinsel yapıdan ileri gelmektedir; bu zihinsel yapı, etnosantrizmdir Üçüncü aşamada, etnosantrizmin faşizmle ilişkisi saptanmış ve otoriterliği ya da virtüel faşizmi ifade eden bir 'tutum sendromu' bulunduğu fikrine varılmıştır Bunun sonucunda F-Ölçeği (Faşizm ya da Anti-demokratik Tutumlar Ölçeği) geliştirilmiştir Araştırmanın bundan sonraki aşamasında kişilerin anti-demokratik eğilimleri anlamak için önyargılı kişilerin kişiliği üzerinde durulmuştur Bu kişilerin politik, ekonomik ve" sosyal inançları, çoğu kez, sanki birbirlerine bir "zihniyet", bir "ruh hali", bir "düşünce tarzı" ile bağlıymış gibi tutarlı bir bütün oluşturmaktadır Kişiliğin derin eğilimlerini ifade eden bu yapı, otoriter kişilik olarak adlandırılmaktadır Faşizmin insanda vücut bulması olarak da nitelendirilebilecek olan otoriter kişilik, dokuz boyutta tanımlanmaktadır: Uzlaşmasal değerlere bağlılık, otoriteye itaat, otoriter saldırganlık, içe-bakış yokluğu, batıl inançlar ve kalıp yargılar taşıma, güç ve iktidar temelli düşünme, genel düşmanlık (sinik yıkıcılık), cinsel serbesti karşıtlığı, bilinçaltı içtepileri dışa yansıtma gibi (Daha sonraki bazı araştırmacılar, otoriter kişiliğin tanımlanmasında, bu dokuz boyuttan sadece ilk üçünü anlamlı bulmuşlardır). Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.