Melâl Oluşturma zamanı: Mayıs 23, 2016 Paylaş Oluşturma zamanı: Mayıs 23, 2016 ‘Kentin kapısına bir sütun yerleştirdim ve bana karşı isyan eden şeflerin derisini yüzdürüp, sütunu onların derileriyle kaplattım. Kimilerini sütunun içine kapattırdım, bazılarını da kazığa oturtup sütunun etrafına dizdirdim. Kentin içinde birçoğunun derisini yüzdürüp duvarları deriyle kaplattım. Kraliyet memurlarına gelince, kollarını, bacaklarını kestirdim’ Tarih ve sanat; tıpkı ritüeller, kutsallaştırma ayinleri, cenaze törenleri, mitoslar ya da söylence anlatıları gibi bir iktidar yaratıcısı ve yoğunlaştırıcısıdır. Gerçekten de tarihçinin söyleminin, gerçeklik içerisindeki iktidarın hem doğrulanmasını hem de güçlendirilmesini sözlü ve yazılı olarak sağlamak zorunluluğundan yola çıkarak sanatın da böylesi bir işlevi olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü sanat; günün gerçeği olarak yaşadıklarımıza, insansal pratiğe, topluma ve yaşama sıkıca bağlı olarak oluşan sosyo-estetik bir ilişkidir. Tarihe düşülen görsel kayıtlar olarak yapıtlar; insanların bilinçlerinde, kendi gerçek yaşamları içinde, gereksinim olarak istekler ve zorluklarla karşı karşıya kalışlarına bağlı olarak oluşmaktadır. Çünkü imgeler dünyaya ilişkin belli bir bilincin görsel dönüşümleri olarak aynı zamanda insan bilincinin estetik ürünleridir ve maden cevheri gibi kazılıp çıkarılan şeyler değil, belirli bir sosyo-kültürel ortam içerisinde, belli bir işlev görmesi için inşa edilen temsil-nesnelerdir. Ancak estetik ilişkilerin tüm ustalığına ve yetkinliğine rağmen izleyicinin bakışını şiddet imgelerinin politik öznesinden uzaklaştıramayacak göstergeler içeren yapıtlar vardır. Söz konusu olan bu gösterge-yapıtlar; bir gerçekliğin, olgunun ya da kavramın kendi reel düzleminde değil de başka bir gerçeklik düzleminde ifade edilmesini sağlayan simge ve işaretlere sahiptir. Heidegger’in öne sürdüğü ancak Aristoteles ve öğrencisi Theophrastos’a dayanan görüşe göre; sanat yapıtı -insanın öne sürdüğü ve meydana getirdiği anlamındaki- Grekçe ‘tekhne onta’, yapma var-olandır. Bu bağlamda sanat-dışı bilginin, (yapıtın betimlediği gerçekliğin) dış dünyanın reel gerçekliği değil, yeniden üretilmiş bir gerçekliğin dönüştürülmüş bilgisi (hakikat) olması nedeniyle sanat eserinde konu değil, anlamın ön planda değerlendirilmesinin gerekliliği unutulmamalıdır. Çünkü anlam, bizzat sanat eserinin kendinde olarak, fiziksel-toplumsal bir gerçekliğe dair bir anlamı semiyotik bir bağlılıkla ancak öznel bir bilgi olarak birlikte ortaya koyabilir. Gerçekten de birçok önemli tarihsel olay, estetik biçimlendirme sayesinde insanlığın hafızasına kaydolmuş; sanatsal işçilikle yoğrulması sayesinde de asırlar boyu insanları etkileyebilmiştir. Böylelikle bir yapıtı oluşturan plastik ve görsel öğelerde sanat dışı alanlara; despotik iktidarın Asyatik tarımsal üretimde oynadığı rolü ve politik şiddetin estetik biçimlere yansımalarını; Assurluların anıtsal yapılarını (Ninova, Assur, Nimrud, Horsabad) süsleyen duvar rölyeflerinde bulmaktayız. Bilhassa söz konusu rölyefler, Assur’un yeniden doğuşu döneminde çarpıcı bir boyut taşımaktadır… …Rölyeflerde görülen figürler tıpkı kuklalar gibi kimliksiz, özdeş maske yüzlere sahiptir. Sanki Assur taş oyma (glyptique) ustasının kralına karşı hürmetkâr üslubu, kralın askerleri içinde geçerli olan bir itaatkârlığın insaniyetten uzak bir yansımasını imlemektedir. Dikkatle bakıldığında ayrıca betimlenmiş figürlerde modelin karakteristik şahıslanma özelliklerinin olmadığını, bunun yerine figürlerin tamamen dondurulmuş, taşlaşmış olarak yontulduklarını da görmekteyiz. Öyle ki kıyafetlerine kadar aynı olan figürlerin (üzerinde kitabesi bulunmayan heykelin ya da rölyefin) hangi kralı gösterdiğini tayin etmek zordur… Assurluların bol, ürpertici savaş ve avlanma sahnelerini tarihçiler nasyonalistik, emperyalistik ve şiddet insanları olarak onaylarlar ve bu konuda fikir birliğine varırlar. Bersani ve Dutoit, modern analojik bir değerlendirme yaparak Assurluların sanatlarında kendilerini yüceltmeleri ile narsistik açıdan Hitlerin tavırlarının, iktidarı temsil eden antik liderin narsistik tavrı ile örtüştüğünü vurgulamışlardır. Kral ya da Führer; nasyonal kimliği içerisinde narsisizm ile saldırganlığın gaddarlığıdır. Çünkü narsisizm ile saldırganlık beraberce ve büyük bir yetki ile insanın duygusal yaşantısını yönetirler ve analistler muhtemelen bu gerçeğin ancak çok az farkındadırlar... Narsisizm, nazik bir eşitlikle dengeyi devam ettirmek için, saldırganlığı gerektirir. Saldırganlık, narsisizmin emrindedir ve hiçbir zaman hizmette kusursuzluk etmez. … Assur İmparatorluğu’nda vahşet geleneğinin bir devamlılığı olarak II. Ashur-nasir-pal de, ardından gelen tüm Assur kralları gibi gaddarlıktan zevk alma özelliğine sahipti. Nitekim Daniel David Luckenbill’in 1926 yılında yayınlanan Assur ve Babil’den Tarihsel Antik Kayıtlar adlı eserinde; isyan edip Yeni Assur Devleti’nin valisini öldüren bir kent hakkındaki kayıtlarda, II. Ashur-nasir-pal’in (M.Ö. 884- 859) mutlak bir güçle yaşam ve ölüm konusunda her şeyi yapabilme yetisini açıklamaktadır. Yazıtta kralın buyruğuyla gerçekleştirilen şiddet dolu eylemler peş peşe sıralanır: ‘Kentin kapısına bir sütun yerleştirdim ve bana karşı isyan eden şeflerin derisini yüzdürüp, sütunu onların derileriyle kaplattım. Kimilerini sütunun içine kapattırdım, bazılarını da kazığa oturtup sütunun etrafına dizdirdim. Kentin içinde birçoğunun derisini yüzdürüp duvarları deriyle kaplattım. Kraliyet memurlarına gelince, kollarını, bacaklarını kestirdim.’ Ayrıca yirmi beş yıllık bir terör yönetiminin görsel ve yazınsal vahşet kayıtlarını bırakan I. Ashur-nasir-pal (MÖ 1050- 1031), bazen de kulak ve burunları kestirip öbekler oluşturuyor, gözleri çıkartıyor ve fethedilen kentlerin bahçelerinde ağaçlara ve bağlara, iğrenç ve çürük meyveler gibi kesik kafaları bağlatıyordu. Özellikle kötü bir Assur buluşundan söz ederken, yaşayanlardan bir sütun yaptım (!) diyerek canlı esirleri üst üste yığıp, üzerini sıvatıp bir sütun elde ediyordu!... Tüm bu akıllılıkla delilik sınırında gezinen vahşet, Nietzsche’nin öne sürmüş olduğu gibi doğadan değil, iktidar isteminden kaynaklanmaktadır. İktidar ise gelişimin doğasında mevcut olan bir olgu olduğundan dolayı, bu her zaman belirli coğrafyaların ve yerlerin tarihini oluşturmuştur. … Hakan Daloğlu Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.